Emel Kalender – Zü’nün Tuhaf İnsanları

Notos rahlesi. “Sami dedi ki, ‘En iyisi uzun saçlı kadınlar.’ Hafif etli olmasında hiç sakınca yokmuş, hiç. Bir de mutlaka yalnız olmalıymışım. Onu ben de biliyorum.” (s. 49) Çeperden gelelim, ortaya bombalama atlar önce cümleler, bilgi topağının ortasından gireriz ki öteye beriye gidebilsin hikâye, anlatının zıplama alanı olabildiğince geniş olsun. Karakter piyasada, mutlaka bir şey söylüyor, diyaloğa evrilecek ama iki sesin arasına duruma dair malumat yerleşecek. Neyse ki ödevlerin tamamı alınmamış kitaba, ilk cümleleri metin içindeki metinde tekrarlanarak biten öykü yok mesela, biraz daha sabır kazandırdı. Onun dışında tuhaf insanların başından geçen tuhaf olaylar işte, tuhaflık o kadar ön planda ki tuhaflık olmaktan çıkıyor, kendinin parodisine dönüşüyor. Bu topağı gördükten sonra gize veda ediyoruz, baştan verili dünyada, kafaya kakılı da diyebiliriz, devinimlerini göreceğiz karakterlerin, tuhaflıkla acayip uyumlu, haliyle son derece sıkıcı karakterlerden öngörülen dışında bir şey çıkmayacak. “Aklım Beni Hiç Dinlemiyor”a bakıyorum, kadına erişmeye çalışan, öncesinde kadını kurma işleriyle boğuşan anlatıcıyla Sami’nin konuşmaları bir nevi erginlik ayinini tamamlaya yarıyor. Kadına yaklaşmak için yapması gerekenler var anlatıcının, babasıyla bütün pis adamların tanklara götürüldüğünü, askerlerin ortalıkta cirit attığını görüyor, babasını öldürmek istediğini söylüyor arada. Uzam belirgin değil, Beckett’in gölgesi düşmüş. “Bazen deli diyorlar. Demesinler. Hayal görsem bilirim, bilmem mi, herkes bunu bilebilir.” (s. 50) Delilikle pek sık karşılaşacağız, karakterler akıl hastanesine girecekler, dedelerini bir temenniyle öldürdüklerini düşünecekler, bu ikinciden mesul olan çocuk deli değil de çocuk ama kaç öykü var, atmosfer bütün küreyi sarmalamış, hiçbir farklılık doğmuyor. Aynı dünyada aynı seslerle anlatılan öyküler, haliyle kitabın ilk yarısında git gide büyüyen can sıkıntısı, ikinci yarısında arka kapağın yaklaşmasıyla gelen rahatlama. Wristcutters: A Love Story‘nin başardığı ve benzeri eserlerin başaramadığı, kıyas kolaylıkla yapılıyor. Baştan bir alalım, en iyi öyküden sonra serbest düşüş başlayacak. “İle,” anlatıcı İsa’nın babası ve çarpık dünyayla münasebetinin öyküsü, babasını boğmadığını söylüyor ama bilemeyiz, babasını boğmakla suçlandığını söylüyor ama bunu da bilemeyiz, bildiğimiz tek şey İsa’nın babasının bacaklarını düzelttiği, kafasını dikelttiği ve ölü adamın eliyle oyunu kazanmaya çalıştığı. Her yere mum koyuyor İsa, tembelliğiyle alay ettikleri için mumlar iyi, yanan ateşe şükran duyduğu için kendi de iyi, İsa babasının yanarak ölmemesi için -çoktan ölmüş olması gerçekten ölmeyeceği anlamına gelmiyor- dua ederken aklına babasının her boş anda şiir okuması geliyor. “Boş işleri bırakıp şiir yazmalıymışım. Babam oldum olası şiirleri severdi. Belki de en iyi yaptığı iş yazmaktı, iflah olmaz bir ahenk düşkünüydü. Onu böyle geçmiş zamanda anmak nasıl hoş. İnsanların yakasına yapışır, şiirlerini zorla okutur, beğenmeyenleri ya öldürür ya şiire gömerdi. Bu yüzden hep ceset kokardı.” (s. 13) Bağlaçlar, edatlar, türlü sözcük anlatıcının aklında uçuşur, eklendiği cümleyle anlam kazanan edatlardan birini babasıyla arasına koyuverir. Sonra kaldırır, mumdan çıkan yangın büyüyünce bedenleri erimeye başlar, anlatıcı babasının bedeninin içine girerek iki yaşamı bir eder. Merhaba Freud, merhaba psikanaliz. Düşler aleminde fazla mesai, oralarda psikologlara çok iş düşebilir.

“Ölümsüz”, fikrimi değiştiriyorum, kitaptaki en iyi öykü budur çünkü hiçbir şeyi mahvetmez: öngörüye mahal bırakmaz, anlatıcıyı sürükler, bilgi topağı değil de yüzeye orantılı biçimde yerleştirilmiş kırıntılarla iş görür. Nedir, annesini öldürmelerini ister anlatıcı, kendi yapamaz çünkü anne katili olarak yaşamak istemez. Yaşamak, katillik, anne, bütün kavramların yeniden icat edildiği bir çağda yaşadığını hikâye ilerledikçe öğreniriz, mahkeme kürsüsünden seslenmektedir anlatıcı, annesinin kolide yaşadığını, kadıncağızın neredeyse pelteye döndüğünü söyler. Zamanla kemikler kevgire döner, omurga erir, etler dökülmeye başlar zira ölümsüzlük bulunmuş olsa da fiziksel bir ölümsüzlük değildir bu, niteliği de tam olarak belli değildir, belli ki organ kayıplarına rağmen yaşamın sürmesini sağlayan beyinle kalp sağlam kalmaktadır. Popoya çip takmışlar, soluk kesilmiyor, hiç durmayan kalp tıkır tıkır çalışırken kollar çürür, bacaklar düşer, insanlar bir süre sonra ölmelerini isteyecekleri yakınlarından bir türlü kurtulamazlar. “Konteynırlarda inleyenleri de mi duymuyorsunuz? İnsanlar, yakınlarını bir kedi ölüsü atar gibi oraya atıyorlar. Kimse katil olmak istemiyor, geri kalan her şey mubah. Ama sorarım, bu kadını öldüren gerçekten katil mi olacak? Yapın hemen yeni bir yasa, ben kendi ellerimle annemi öldüreyim.” (s. 21) Vicdan yasaya bağlı herhalde, anlatıcı intihar yöntemlerinden de bahsettiğine göre azıcık fişteklemiş olabilir annesini. Komşusuna birlikte ölmeyi teklif ediyor anne, kıyma makinesi ve üç yıl ateşte yanma dışında pek bir yöntem de yok ama komşu hayatı seviyor, birlikte ölmeyecekler. Diyaliz makinesi bozulacak, kanı donacak komşunun, bembeyaz bir yüzle kaskatı kalacak da yaşamaya devam edecek, razıdır. Bilimciler, sermayedarlar yeni organlar taktırıyorlarmış, kıçları başları düşmüyormuş böylece, ölümsüzlüğü sundukları alt sınıfın insanları isyan ederlerse bir şeyler değişir. “Madem ölemiyoruz, o zaman size de rahat yok. Gelip evlerinize yerleşeceğiz. Ekmek sepetinden bir ağız çıkacak örneğin, posta kutusundan bir el. Bağırsaklarımı ne yapacağım söyleyeyim, ölümsüzlüğü ilk akıl edeni bulup onun koltuğuna sereceğim. Bu arada bağırsaklarımın süzgeç gibi geçirgen olduğunu belirtmek isterim, kazımadıkça onları çıkaramazsınız. Kurtçuklar çoğalarak duvarlarınızda dans ede ede gezecek.” (s. 24) Süsü fazla kaçıyor biraz, çok kontrollü bir konuşma, bunun dışında bamı gümü başarılı. Bir de kutuyu kaldırıp annesini dinleyenlerin üzerine boca etseydi kıvılcımı çakıp devrimi başlatabilirdi.

İki uzun öykü var sonda, bir deliyle bir ölünün hikâyeleri, kayda değer bir şey yok. İzlekler bariz, ilkinde delilerin gerçekten devrim yapıp hastane ahalisini hacamat etmeleri var ki başkaldırı bireysel veya toplumsal sonuçlara yol açıyor öykülerde, örneğidir, ikincisinde öte tarafa geçerek organlarını paketleyip ilgili kuruma teslim etmeden ışıklar âlemine gidemeyecek anlatıcımızın başından geçenler var, tuhaf karakterler ve kurumlar yaşamı(!) zorlaştırırken bizimki bol bol umutsuzluğa kapılarak, şaşkınlığa düşerek vazifesini yerine getirmeye çalışıyor. Organları tertemiz vermek zorunda ama öyle bir sigara içmiş ki yaşarken, KOAH ciğeri mahvettiği için bedel ödemek zorunda. Ödüyor ödemiyor, bir şekilde o dünyaya alışıyor. Aynaları da düşünüyorum şimdi, bir karakter aynaya bakmayı sevmediğini söylüyor, diğeri sanki aynanın içinden geçip de yumurta kafalı canlıların olduğu dünyada var olmaya çalışıyor, muhtelif. Akıl sağlığı çok önemli bu öyküleri düşününce, daha doğrusu soyut düşünce kurma yeteneği, mesela çocukların hayal gücünü bir yerden katmış öyküye Kalender, iyi fikir. “Yakup’un” hüzünlü öykü, köyde geçmesine rağmen karakterlerin gramere dikkat ederek konuşmaları meh, Yakup’un dedesinin ölmesini dilemesi ve “inşallah” deyip demediğini hatırlayamaması oo çünkü nedensellik daha tam yerleşmediği için çocuğun aklında ihtimallerle gerçekler arasında katı bir ayrım yoktur, bazı durumlarda pek acı verir bu. Dedenin ölümü mesela, Yakup istedi ama öfke yüzünden, yoksa ne bilecek. Cenaze ayrı dert, Şule’nin Yakup’u suçlaması ayrı, bir de çocuğun gebermesini istediğini söyleyince ne sarsılıyor Yakup, sabaha ölü bulunacak şekilde kesiyor kendini, bulunmayacak şekilde kesiyor, tuvalette ne olduğunu kesin olarak bilemiyoruz çünkü kapı kapalı.

Şöyle bir bakıyorum, yeni eskimiş bir öykücülük, hemen hiçbir şey vadetmiyor ama seveni çok, denk gelen okusun.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!