1960’lardan itibaren tanıtıyor Doğan, şairinden öykücüsüne, denemecisinden bilmem nesine. Hep aynı şey: “Eleştiri” yazıyor ama eleştiri değil bunlar, tanıtım. Eleştiri olması için eleştirmesi lazım Doğan’ın, hemen hiç eleştirmiyor, Aziz Nesin’in dediği gibi mavi boncuk dağıtıyor. Numunelik eleştirilerinden biri Peyami Safa’yı eleştiren eleştirmene, haksızlık olduğunu düşünüyor Hızlan, romancılığımızda Safa’nın yerinin olduğunu söylüyor. Da, mevzu nedir, eleştirmen ne demiş de Hızlan karşı çıkıyor, bu yok. Denk geldim, şu söylediği kendi yazılarında mevcut: “Asım Bezirci, Orhan Veli’de bazı özellikler, unsurlar bulup bunları araştırıp değerlendirerek tutarlı bir yargıya ve sonuca varmaktan çok, şairin her kitabını ayrı ayrı bir kitap tanıtma yazısı, bir özetleme niteliğinde sunuyor, bunun sonucunda da yer yer aynı şeyleri tekrarlama tehlikesine düşüyor. Böylesine dağınık bir eleştirme ve yargılama yöntemi bunları tek elde toplayarak bir sonuca varmak zorunda olan okuyucuyu yoruyor.” (s. 140) Bu kitapta Gülten Akın’ın üç şiir kitabını tanıtıyor Hızlan, iyi de tanıtıyor, tanıtıma diyecek bir şey yok çünkü maksadı odur Hızlan’ın, eleştiriye dümeni az kırdığını kendi de söyler, buna rağmen neden Bezirci’nin yaptığını tekrarlar o zaman. Kalıp cümlelerini saçması başka, misal bir şairin bütün şiirlerinin toplandığı kitaplar iyidir çünkü genel bir çerçeve çizilebilir o kitap vasıtasıyla. Ne kadar güzel, özellikle bütün şiirleri tek bir kitapta toplanan şairler ayrı ayrı değerlendirildilerse böyle. İkinci mesele okurun beklentisi, daha doğrusu niyet okuma zira okurun hap bilgi ararmışçasına eşelendiğini sanmam, kimi genel bir değerlendirme istese de dağınıklık iyidir, üç beş kitabı iteleye çekeleye bir yöne çevirme zorunluluğu yok, eşelemeyi seven okuru kapana kıstırma yok, gayet iyi. Başka ne inciler var, bir kitap hakkında yargısını belirtirken okurunu belli bir karara zorlamadığını söylüyor Doğan, Selim İleri’nin bir metnini incelerken çakıyor sona: “Denemecinin düşüncelerine katılmayın isterseniz ama Türk romanı üzerine düşünmek, kafa yormak istiyorsanız o yazıları okumak zorundasınız.” (s. 286) Füsun Akatlı’nın deneme kitaplarından biriyle ilgili yazısında da harf, kelime oyunlarıyla denemecilik yapanların yanında Akatlı’nın parıl parıl parladığını falan söylüyor, hatta söylediği tam olarak şu: “dil ipi üstünde yapılan düşünce canbazlıkları”, ardından Salâh Birsel’le ilgili yazısında Birsel’in oyunculluğuna övgüler düzüyor. İsim verilmediği için bilemiyorum, bahsedilen Birsel değilse hata elbet benimdir, özür dilerim, bu bir yanda dursun. Fikirler değişir, kafalar açılır da bunu belirtmek lazım sanıyorum, yani yazıcının bir noktada kendine de eğilmesi gerekiyor ama Hızlan’da böyle bir eğilimi göremiyoruz. Borazan şiiri sevmediğini, o tür bir ideolojiyle çatılmış sanattan hazzetmediğini söylüyor başka bir yerde, düzyazıya yaklaşan şiir düzenini eleştiriyor, sonra Ataol Behramoğlu bahsinde şairin kendi şiir anlayışının üstesinden gelebildiğini, bunun düzyazıya yaklaşan şiir düzeninden anlaşılabileceğine işaret ediyor. Tamam, diyelim bir eksiklik Behramoğlu’nda bir tür üsluba dönüştüğü için eleştiriden muaftır artık, e Refik Durbaş’ın suçu neydi ki? Aynı şiirlemece, dizelerin kısalığı, listeleme mantığı aynı, Behramoğlu’nda tamam da Durbaş’ta “bir heveslinin toplumcu şiir özentisi karalamaları sanki” mi oluyor? Hızlan’ın şiir anlayışını da anlayabilmiş değilim açıkçası, her şey her şaire uyuyormuş gibi gösteriyor, sevmediğini söylediği şeyin örneğini veriyor diyelim Hızlan, benzer yapıya başka bir şairde rastladığı zaman, aa, seviyor herhalde. Bilemedim.
Bazı kitapların albenisi kalmamış, yıllar içinde silinip gitmişler, edebiyat tarihiyle birlikte yazarın kendi tarihindeki önemi açısından bu kitapta yer almayı hak eden kitaplar. Edebiyat tarihinin bunu umursadığını pek sanmam, yazarın kendi tarihi de Hızlan dışında kimseyi ilgilendirmiyor zannederim. “Hatırlatmak isterim, o kitaplar olmasa, bugünkü edebiyat çizgisine ulaşmamız imkânsızdır. Borç ödeyenlere vefasızlık etmedim. Çünkü bir eleştirmenin sorumluluğunun, işlevinin bu olduğu inancını hep savundum.” (s. 14) Eleştirmenin sorumluluğunun söz konusu olması için eleştirinin var olması gerekiyor, ayrıca o kitaplar olmasa edebiyat çizgisi ve imkânsızlık, çok büyük laflar bunlar ya, Hızlan’ın parmak sallayarak “Bu böyledir, şu şöyledir!” diye bağırmasını bekler oldum kitaplarını okurken, yoruldum. Hiçbir şekilde “kötü” yok bu arada, günübirlik metinler var, kalıcılar zaten iyi ama diğerleri de kötü değil. “Sevgiyle yaklaştığım kitapları aldım. Beğenmediğim nice kitabı yayımlanmamış saydım. Çünkü biliyorum ki kötü kitap kendi kaderini çizer.” (s. 14) Neyi çizecek, yok etmişsiniz bir kere, yayımlanmamış saymak ne demek. Eleştirin efendim, olumsuz eleştirileri salın gitsin, bir şeyin iyiliğini afili kufili sözcüklerle anlatmanın yanında biraz da çamur bulaşsın kâğıda madem. Sevgisizce yaklaşıyormuşum kitaplara ben, Hızlan’ın dediğinden bunu anlıyorum, hele bir de olumsuz olumsuz eleştiriyorsam gaddarlığa kadar yolum var? Bilemiyorum, eleştirinin olmadığından şikayet edenler aslında Hızlan’ı görmezden geliyorlar bence, Hızlan onlara tüm sevgisiyle bir yaklaşsın, ortalık çayır çimene keser. “Çünkü, ben bu ölçütler ve değerler içinde kendi yargımı verdim, okurun buna katılmama hakkını saklı bıraktım. Okurlarıma da benim zevk ıskalamı gösterdim. Kendi edebi kişiliğimi sergilerken onlara da bir edebi kişilik hakkı tanıdım.” (s. 15) Tanıtım, yargı, hmm. Okur olarak katılacak bir şey aradım, bulsaydım bir katılırdım, tekerlenir giderdim Allah muhafaza. Hızlan’ın zevk ıskalası gerçekten tam bir ıskala, genellikle çevresindeki sanatçıların metinlerinden mürekkep. Benim çevremdeki sanatçılara katılmadığım çok oluyor, mesela Berkan’la veya Selim’le veya Onurhan’la veya Firdevs’le birbirimize sıklıkla katılmayız diyeyim, bu durumda ıskalamda bir arıza var gibi görünebilir ama insanız, katılmadığımız şeyleri normal karşılıyoruz.
Ortaya karışık yapayım artık. Akçam’ın bir öyküsü ustalıktan uzakmış, nasıl uzak, açıklama istiyor. 1960 kuşağının şairleri iyiymiş de düzyazıda aynı başarı düzeyine erişilememiş, buna diyecek hiçbir şeyim yok. Aksal’ın çizgisinden çıkmaması, aynı şiiri yazmasına dair iki yorum var, ilki 1976’da öylesine incelmiş duyarlılıkların işlevini tartışanlar bir köşede ağlayabilirler, Hızlan her anlayışta şiir yazılmasını, tekdüzeliğe düşülmemesini savunuyor, diğer yorumu şu: “Ustalıkların hep aynı düzeyde kalmasının da başarı olduğu kanısındayım. İlle de kitapta bir değişme, bir gelişme aramanın sahte telaşından uzak kalalım biraz.” (s. 60) Aksal batık mıdır bilmem, belki kendince mesafe almıştı, okuru mesafe almasını istemişti ama tamam, dursun durduğu yerde artık, ne yapalım. Hah, Aksal’ın şiirleri toplanmış: “Bir şairin şiirlerinin tek bir ciltte toplanmasının okur açısından ve değerlendirme yönünden sayısız yararı olduğunu yineler dururuz. Bir şairin ürünlerinin bir arada değerlendirilmesi onun sanatına sağlıklı bir bakış açısının edinilmesini sağlıyor.” (s. 63) Teşekkür ederim kendi adıma, bu veriyle her kitapta karşılaşmak kafamda süper bir delik açıyor. Hızlan’ın kalıplarından birini daha gördüm şimdi, alıntılayıp bitireceğim: “Garip şiirinin yalın anlatımını, İkinci Yeni’nin imge zenginliğini özümlediği bu bölümde belgeleniyor.” (s. 74)
Çeşitlilik muazzam, değiniler yerinde, tanıtımsa tanıtım ama o kadar, sıkletini iyi belirlemek lazım. Bu kitaptaki yazıları okuyarak neyi okuyacağıma karar verir miyim, hiçbir koşulda vermem. Veren olur mu, e yani. O zaman kitapların kitabında yer alan kitaplara bir göz atmalı en azından. Zeyyat Selimoğlu’nu görmek iyidir, Afşar Timuçin’i görmek iyidir, Hızlan başını birazcık indirdi mi gerçekten iyi birkaç yazara denk geliyor. İndirirse.











Cevap yaz