Göstergebilimin, alımlama estetiğinin kavramlarını kullanıyor Rifat, ilk olarak Vedat Günyol’un yorumlarında temellendiriyor eleştirisini de Mehmet Kaplan’ın yorumunu incelediği bölümü başa almak isterim bir daha Kaplan’la karşılaşmamak için. Akademinin bitikliğini Kaplan’ın metinlerinin hâlâ okutulması gösterir, hocaların kendi çalışma alanlarının -belki- sunduğu çağdaş edebiyat anlayışını derslerine uygulamaları hiçbir şeyi değiştirmez, dönemin sonunda Kaplan’ın yaveleri sorulur. Neyse, Rifat’ın da belirttiği gibi Kaplan “kendi dünya görüşü doğrultusunda, metinden yazarın kişiliğine uzanan ruhsal, toplumsal, siyasal çıkarsamalarını, değerlendirmelerini, yargılamalarını” sunar okuruna, tozlu küflü görüşünden de dünyanın ne hale geldiği malum. Çıkarsamaları var Kaplan’ın, bakalım: karşılık görmeyen sevgi ve yalnızlık, insanları Tanrı’ya veya tabiata itermiş, Sait Faik’in balıklara ve kuşlara gitmesinde bu duygunun rolü var, dülger balığında kendini görüyor Sait Faik, dindar değil ama sevgi ve merhamete inanıyor, mistiklere has bir bakışla bütün varlıkları kendinde duyumsuyor, bu sayede sokak köpeği ile kaynaşıyor. Bunlar dursun, bir anısına yer veriyor Kaplan, dediğine göre Köprü’den eşiyle birlikte geçtikleri bir gün karşıdan Sait Faik gelmiş, selamlaşmışlar, eşi o serserinin, eşkıya kılıklı adamın kim olduğunu sorup cevabını alınca şaşırmış, o güzel hikâyeleri yazan o adam mıymış! Özür dileyerek anlatıyor Kaplan, Sait Faik’i yakından tanıdığını ve sevdiğini de başta ekliyor. Bence kızması lazım çünkü Sait Faik onun çok ulvi, aman Allah edebiyat anlayışının ayarlarıyla oynayan nadir yazarlardan biri, ne Nâzım Hikmet gibi bombalanabilir ne başkaları gibi övülebilir, Toplumsal Benlik ve Yaratıcı Benlik arasında döke saça bağ kuran Kaplan gibilere trak getirir de anı anlattırır “hikâye tahlili”nde. Çok bile bahsettim ya, bu kadar yeter, nerede Mehmet Kaplan’ı görsem içimi fenalıklar basıyor.
1936’da Nâzım Hikmet’in bir yorumu var Sait Faik’e dair, 1999’da Memet Fuat’ın, o yıllar arasında yazarı anlamaya çalışmış dokuz, değil, sekiz eleştirmenin görüşlerini bakıştırıyor Rifat, böylece öznellikle nesnelliği, kuramla sezgiyi, diyelim yaşamla kurmacayı karşı karşıya getiriyor, eleştirmenlerin edebiyata yaklaşımlarını da inceliyor. Dört dörtlük bir araştırma aslında, Rifat da mevzunun verdiği coşkuya kapılmış olacak, sesinin tonu son derece ciddiyken sonlara doğru o da heyecanlanıyor, o teorik tınlamayı duyurmuyor artık, eleştirilere dair değil de öykülere dair kendi yorumlarını da katmaya başlıyor. İdeal olandır. Vedat Günyol’un denemeyle eleştiriyi tokuşturan yazıları mı canlanıyor, iyidir. Eleştirel deneme, elbet daha önce de emareleri, belki örnekleri görülen ama Barthes’ın 1964’te literatüre kazandırdığı, Günyol’un bilmeden kalem oynattığı tür, Rifat 1980’lerde Günyol’a Barthes’tan bahsediyor, hani Günyol okusaymış Barthes’ı severmiş ama hiç okumamış Günyol, belki bunun üzerine o dönemler çalıştığı yayınevinden bir Barthes seçkisi çıkarmayı düşünmüş de olmamış. Sait Faik, evet, Dile Gelseler‘den üç başlık çıkarıyor Rifat: Günyol toplumcu bakışın ağırlığını izlenimci bakışla azaltıyor, aynı şekilde alçakgönüllülüğünü sözünü incelterek gösteriyor ve Sait Faik’in öykülerindeki anlatıcıyı doğrudan Sait Faik’in kendisi olarak anıyor. Elbet koşutluk var, hatta bir öyküsünde anlatıcıyı kastederek “Sait geliyor!” diye bağıran karakter bile var ama yazarın öykülerindeki anlatıcıyla yazarın arasındaki doğal farkı göz ardı etmemek gerekiyor. Başka, Günyol’a göre kuvvetli karakter yok öykülerde, basit insanlar var, özellikle yaşlılar ve çocuklar. Gençler ayrıca. Çocuk gençler. Buradan eşcinselliğe kısaca değinip geçmeli, anlatıcıyla yazar arasındaki mesafeyi unutmamalı tabii. “Ete kemiğe dayalı sevgi” diyor Günyol 1950’lerde, öykülerden birinde genç bir delikanlıyı öpen, bir başka öyküde gençlere baygın baygın bakan anlatıcıyı görünce elbet biseksüellik geliyor akla, sonra tey 2003’te kitap-lık‘taki bir soruşturmada Sait Faik’in eşcinsel olduğunu, bütün sevgisinin delikanlılara yöneldiğini, aşklarını anlatmadığını söylüyor, Sevengül Sönmez aksini iddia eden çok kişinin olduğunu belirtince Sait Faik’in üstadı Gide’in de eşcinsel olduğunu ekliyor Günyol. Zayıf bir iddia açıkçası, mümkündür Sait Faik’in eşcinsel olması da, nedir yani. Fethi Naci’yle Nedim Gürsel de meseleye kendi konumlarından yaklaşmışlardır da Günyol’un anıları bu bağlamda daha ilginç. “Vedat Günyol, 1953 sonlarında, Celâl Sılay’ın aracılığıyla, Sait Faik’in Burgazada’daki evine çağrılı olarak gider. Sait Faik vapur iskelesinde Vedat Günyol’u karşılar. Eve gitmeden önce birlikte rıhtımda dolaşırlar; Sait Faik, Medarı Maişet Motoru‘nun (sonradan Birtakım İnsanlar adıyla yayımlanacaktır) geçtiği yerleri, berber dükkânını gösterir. Bir ara dükkânların birinin kapısından bir adam, ‘Sait Bey, yeni mi bu?’ diye seslenir. Vedat Günyol o anda buna anlam veremediğini, Sait Faik’inse rahatsız olduğunu, ezilip büzüldüğünü, ama adama karşılık vermediğini belirtir. Daha sonra Sait Faik’in evine giderler. Salonun kapısında kendilerini Sait Faik’in annesi güler yüzle karşılar. Yemek yedikten sonra da çalışma odasına geçip kitaplıktaki yapıtlara bakarlar.” (s. 30) Genet’yle Gide’in kitapları, buradan “saksıya fesleğen gibi oturturum” anlamı da çıkar. Dedikoduya vardı olay, Genet’nin bir metnindeki karakterlerden birinin cebinde tabut taşımasıyla Sait Faik’in anlatıcısının Hidayet’i cebine sokması arasındaki bağlantıya dikiz, Reşat Ekrem Koçu’nun ansiklopedisindeki “Abasıyanık (Sait Faik)” maddesine Sait Faik’in darılmasına panço. Şuradan baktım, madde değiştirilmemişse Sait Faik’in neye darılıp da dostuna küstüğünü, ölümün geldiğini fark ettiği zaman bile barışmadığını anlayamadım, beden işçilerinin vücutlarının güzelliği mi? Neyse, Nâzım Hikmet genç üstadın “uydurduğunu”, kimsenin namaz kılan annesinin üzerinden takla atmayacağını, yerlerde yuvarlanıp eğlenmeyeceğini, kısacası işçilerin yaşamında öyle şeyler olmadığını söylemiş. Tek bir alıntıyla geçiyorum bahsi: “Yazınsal yapıtların metin-içi dünyasını, dış dünyanın gerçek diye bellenmiş verilerine göre değerlendirme alışkanlığı edebiyatımızda hâlâ çok yaygın!” (s. 38) Vedat Günyol’un da benzer yollu bir eleştirisi var Bekir Yıldız’a yönelik, “Amele” öyküsünde bıçak parasını zar zor toplayan işçiyle doktorun muhabbeti sırasında doktor parayı aldıktan sonra hastanın, işçinin babasının öldüğünü söylüyor. Ölüm haberinden önce parayı almak, eh, öykünün en zorlandığı yer burası olsa gerek de hiçbir doktorun öyle bir şey yapmayacağını söylemek de kurmacayla yaşamı çakıştırmak yüzünden. Bir de Günyol’un çok sevdiği eniştesi Dr. Cemil Cemiloğlu’nun Avrupa’da bir trafik kazasında ölmesinden. Muhtemelen.
Yaşar Nabi’yle Fethi Naci iki benliğin birbirini “tutmamasından” da bahsediyorlar ama Yaşar Nabi işi “asabiyecilerin raporu”na kadar götürüyor, askerliğini ruh hastası olduğuna dair rapordan ötürü yapmayan Sait Faik ürkek tabiatlıdır, üniformadan ürker. “Hikâyelerini” yazdıktan sonra dönüp bakmaz, bu açıdan savruk, özensiz bir yazardır ama üslupsuz değildir, Naci’nin üzerinde durduğu mesele. Terimlere dalarak şıp diye açıklıyor Rifat, özetleyeyim, dili kullanırken vermek istediği anlama odaklanan Sait Faik öyle ince iş çıkarmaz ama anlamın iletilmesinde, üslubun oluşmasında öyle elekten geçmiş bir sentaks yapısına da gerek yoktur zaten, olsaydı bugün Sait Faik çoktan unutulmuştu. Son zamanlarda X’te yine üfürükten bir tartışma dönüyordu bu konuyla ilgili, Orhan Pamuk’un dilini yine helölelö diye eleştiriyordu birileri, valla eleştirsinler de mahallenin zaptiyesi gibi laf yetiştirmeler filan. Gerçi bana ne ya, yiyin birbirinizi. Nurullah Ataç’ın Sait Faik’e dair yazısını sırıtarak okumuştum, Ataç nasıl krize girmemiş de yazıyı tamamlayabilmiş, matrak.
Çok iyi bir inceleme bu. Rifat’ın gösterdiği gibi eleştirmenlerin uyuşan, çatışan fikirleri var, teoriye dair çok az bilgileri var ayrıca, ortalık şenleniyor böylece.











Cevap yaz