İyi bir hikâyeye giriş: kasabaya yabancı biri gelir. Bektaş bu, 1970’lerin sonunda Kuzguncuk’a gelip mahallenin çehresini değiştirmiş resmen. Diğer metinlerinde az çok anlatıyordu, bu kez toplu olarak okuyabiliyoruz yazdıklarını. Yaptıklarını da, son bölüm Kuzguncuk’un çehresinin nasıl yavaş yavaş değiştiğini gösteriyor. Köşede molozların, çöplerin döküldüğü boş bir arsa mı var, Bektaş tek başına çıkıp temizlemeye başlıyor, karşı komşusu ne yaptığını sorunca oğlunun yaralanmaması için çevreyi temizlediğini söylüyor. Evet, fazladan bir küreği var, iki kişiler artık. Evet, daha fazla kürek var, bir saat içinde otuz kırk kişi toplanıyor. Kafada çoktan planlamıştır Bektaş, çizimleri yapmıştır, mekânı temizledikten sonra tahterevallileri oturtuyor, duvarları boyatıyor, mis gibi çocuk parkı. Madem sondan başladık, devam: çocuklar gelip basket sahası istediklerini söylüyorlar, Bektaş belediyeye gidip ilgili birimle konuşuyor ama bakıyor ki gelen giden yok, hemen çimento döktürüyor, basket potaları hazır, yerine oturtuyor. Ellerinde çiçeklerle geliyorlar çocuklar bir gün, Bektaş’ın gözleri doluyor. Başka bir şey istemez, çocukların yüzü güldü, mahallede tekrar birlik havası esmeye başladı, yeterli. Merdivenlerle bezeli bir sokağa çürümeyen tahtadan oturak yaptırıyor, oranın gelip gidenine bir zararı yok, araç zaten geçmiyor, doğal sahne işte. Salih Kalyon çocuk tiyatrosu ekibiyle geliyor, ünlü hayalîler gelip Karagöz oynatıyor, başka başka bir dünya gösteri. Ne oluyor, belediye başka partiye geçer geçmez ekipler gelip yıkıyorlar oturağı, bir de ceza kesiyorlar Bektaş’a ortalığı kirlettiği için. Bektaş belediyeye gidiyor, yeni başkan ceza fişini yırtıp en kısa sürede yeni bir oturak yaptıracağını söylüyor. Beş yıl, gelen giden yok. Üstelik bunu yapan sosyal demokrat. Bir önceki yönetimle çalıştığını mı düşünüyor Bektaş’ın nedir, oysa adamın particilikle hiçbir ilgisi yok, hikâyelerini dinlediği Kuzguncuk’a eski havasını kazandırmaya, kamusal alanı tekrar halkın kılmaya çalışıyor, beraberlik ruhunu canlandırmak istiyor, bu kadar. İlkokulu canlandırması böyledir, sayısız etkinlik düzenler de okula para toplar, tadilat için kaynak yaratır, fotokopi makinesi için para gerekiyorsa geniş katılımlı yardım kampanyaları organize eder. Duvarların boyanması en çok ses getiren işidir herhalde, Üsküp’e kadar gidip duvar boyamış sonradan. Evinin karşısındaki duvar kirliymiş bir zamanlar, sahibinden izin alıp duvarı boyamış, bakmış ki çocuklar ayakkabılarıyla basıp bembeyaz zeminde iz bırakmışlar. Konu komşu gelmiş, Bektaş’ı teselli mi etmişler, suçlamışlar mı, tuhaf bir durum olmuş. Görsünmüş Bektaş, çocuklar işin içine girince hiçbir şey mümkün olmazmış. Aynı şeyi diktiği çiçekler için de söylemişlerdi ama bakıyor Bektaş, gelen giden yok, bitkiler mis gibi büyüyor. Çocuklara uğraş lazım, sanatla ilgilenirlerse çok daha iyi, o zaman hemen proje: duvarlar boyanacak, boyalar karılacak, çocuklar diledikleri desenleri çizecekler. GSF’den hocalar gelip resim yapmanın inceliklerini anlatırlarken boya da karıyorlar bir yandan, çocuklara fırçalar dağıtılıyor, sonrası tamamen yaratıcı eylem. Bir gün Kuzguncuk’a gidip Bektaş’ın bahsettiği sokaklarda gezineceğim, yapılan onca şeyin durup durmadığını merak ediyorum. Hayatlara kesinlikle dokunmuştur ama, konservatuvardan gelen müzisyenleri dinleyen birkaç çocuk konservatuvara girmiş sonradan. Bir şeyin yaratımına, düzenlenmesine katkı sağlamayan, sürecin bir parçası olmayan hiçbir insanın korumacı yanının ortaya çıkmadığını söylüyor Bektaş, bu yüzden İstanbul koskoca bir köy durumunda, dolayısıyla insanların çevreyi güzelleştirme isteğini doğuracak en önemli etken çevreyi güzelleştirmelerini sağlamak, kolektif işler bu açıdan çok değerli. Çizim, müzik tamam, tiyatro ekipleri geliyor, sanatın hemen her formunun sergilenebileceği bir salonları bile var. Mahalle salonu. Bektaş da örgütlenmenin en alttan başlaması gerektiğini söylüyor, örneğin apartmanlardan sokak birliğine, oradan mahalle örgütüne rahatlıkla gelinir, sadece organize olmak lazım. İyi bir şey, mesela sular kesilecek, üst kat komşum hemen bilgi veriyor. Mesajla ve rahatlıkla duyduğum küfürleriyle. İşte böyle hareketler lazım bize, herkes el atacak olaya, vatandaşa cart curt yaptırmayacak. Bu şekilde İcadiye’nin oralara dikilecek bir hastanenin inşaatını durdurmuşlar, mahalleli toplanmış da protesto etmişler şirketi. Gerçekten çok güzel şeyler yapılmış, aradan geçen otuz beş küsur yıldan sonra ne kadar kalıcı oldu, gittiyse ne zaman gitti, bir iki günümü ayırıp bakacağım. Binaların bir kısmının apartmana dönüşmesini dolaylı yoldan engellemiş Bektaş, başta kendi evi olmak üzere pek çok evi restore ettikten sonra mülk sahipleri müteahhide verme işini ertelemişler. Şimdiye çoktan dikilmiştir betonlar, oysa o zamanlar yığması, ahşabı, taşı, türlü çeşitli evler varmış, Yahudiler bir çeşit, Rumlar başka çeşit evler yaparlarmış, ustalar gelip giderlermiş sürekli, aralarında Rum ustalar çoğunluktaymış. Ermeniler pek karışmazmış onlara, görece daha ayrı yaşarlarmış ama çatışma yok. Bir tür sevgisizlik var sanki, Bektaş’ın Kuzguncuklularla yaptığı röportajlardan anlaşılabiliyor, Yahudilerle Rumlar pek tutmuyorlar Ermenileri. Çok da kalmamış gerçi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çoğu taşınmış oradan, durumunu düzelten de taşınıyormuş, çoğunlukla Kınalı’ya, Caddebostan’a, Bostancı’ya gitmişler. Culyana var annemin arkadaşı, Mıgır’la birlikte Bostancı’da oturuyorlardı, kiralarını veremedikleri için pansiyon benzeri bir yere çıktılar en son. ABD’den para geliyor ama çok da gelmiyor sanırım, çocukları ne kadar gönderirlerse artık. Şöyle bir şey oldu, ben tam bir sığır olduğum için başta anlamamıştım: pandeminin başlarında annemde metastaz, kalça kemiğinde tümör, akıllı hap, bağışıklık sisteminde cortlama, aşırı yorgunluk. Culyana bir gün sigara böreği getirdi anneme, ertesi gün annem elime bir zarf tutuşturdu, götürüp Culyana’ya vermemi istedi yeni yaptığı kurabiyelerin yanında. Gittim verdim de aymadım başta, dönüp sorduğumda annem zor durumda olduklarını söyledi sadece. Yardımlaşmanın ince yolu diyeceğim. Neyse, anlatılmaz böyle şeyler de, işte, Bostancı lafı geçince. Yaz okulu açıyorlar Kuzguncuk’ta, sanatçılar gelip gidiyorlar, çocuklara ve yetişkinlere kurslar, eğitimler. Uçurtma yarışmaları, futbol turnuvaları, Bektaş bir dünya fotoğraf da koyduğu için insanların mutluluklarını görebiliyoruz, birkaç yıl içinde neler yapılmış öyle. Muazzam bir çaba, neredeyse kendiliğinden, yakınlardaki caminin imamı gelip yardım mı istememiş, siyasetçiler gelip konuşmalar mı yapmamışlar Bektaş’ın düzenlediği alanlarda, etkinin büyüklüğü acayip.
Tarihçesi var mahallenin, antik zamanlardan alıyor Bektaş, günümüze kadar getiriyor. Hoş hikâyeler. Tabii tarihî yapıların tanıtımları, sokakların geçmişi, derelerin üzerini kapamacalar derken röportajlara geliyoruz ki en önemli bölüm bence, 1990’ların başında yapılan röportajlarda 1900’lerin ilk on yılında doğanların tanıklıkları var. Kuzguncuk’un o zamanlardaki halini bilmek isteyenlerin elinden öper, o curcunada, şenliklerin ortasında yaşamak isterdim ben. Beyoğlu’ndan insanlar gelirmiş dekolte görmek için, kadınlarla erkekler birlikte otururlarmış kahvelerde, öyle ayrı gayrı hiç yokmuş 6-7 Eylül’e kadar. Savaşlardan sonra gidenler tabii var ama 1950’lere kadar doku büyük ölçüde korunmuş. O cehennemi anlatan pek fazla insan yok, biri hiç anlatmak istemediğini söylüyor doğrudan, çoğu sessiz kalıyor. Bahsi geçmediğine göre. Küçücük çocukların “Burası Rum evi” dediklerini hatırlıyorlar, sabaha dek uyumadıklarını, sonra her şeyin bittiğini. Çok anlattım, bir kez daha anlatmayayım ama mahallede çok sevilen Türklerden bir öğretmenin eline silahını alarak sokağın başında nöbet tuttuğunu, yağmacıları görür görmez namluyu üzerlerine çevirdiğini söyleyeyim, Rum bir yazar anlatıyordu anılarında.











Cevap yaz