Mustafa Çiftci – Ah Mercimeğim

Arka kapakta dendiği gibi “taşranın ağrıları”, klasik hikâyecilik. Karakterler numunelik yerellik sağlarlar, diyaloglarda bu yerellik daha bir öne çıkar ama anlatımlarının tekniğinde taşraya dair ne var diye düşünüyorum, mesela Osman Şahin gibi yazarların karakterlerinin anlatımını bildikten sonra, pek bir şey yok herhalde, belki yerel deyişlerden şöyle bir serpiyorlar ortaya, o kadar. Bilgi topakları atıyorlar ortaya, diyaloglar doğal seyrindeyse de doğal bir konuşma içeriğine sahip olmuyor her zaman, bunlar öyküyü zayıflatıyor. Teknik sorunlu, finaller sorunlu, bir iki örnek vereceğim, bunun dışında, eh, mevzular ve hikâyecilik tamam. Ethem Baran’ın süsü püsü yok bari, oradan da bir artı. Bundan sonrasında öyküleri özetleyeceğim, denk geldiğim cortlamalara değineceğim az, benim için öykülere dair mesele bu kadarcık ama isteyen okumaya devam etsin. Evet. “Ah Mercimeğim”in anlatıcısının çocukluğundan gelen bir tutkusu var: Aslı. Sabun kokuyor, ceviz ağacının altında toplanan kızlar gibi mindere oturuyor, anlatıcı bir ara bu minderi aşormaya çalıştığında yakalanıp domatese dönüyor ama sorun yok, herkes biliyor zaten Aslı’ya tutulduğunu. “Cevizin dibinde konuşarak, gülüşerek sanki bir merhem karıştırırlardı, yaralarına sürerlerdi. Yara dediysem, görünen yara değil, gönüllerindeki yara. O yaraları arkadaşları, kocaları, babaları ya da kardeşleri açmış olabilirdi.” (s. 7) Çok mesela bu, faş etmeye gerek yok, ayrıca ben gerçekten yaralı olduklarını düşünüp durumun öyle olmadığını anladığımda kandırılmış gibi hissettim resmen. Bunların yaraları vardır belki kardeşim, ne bildin, macun falan sürüyorlar belki kıçlarına başlarına. Neyse, kızlar kahkaha “yuvarlıyorlar” orada, ergenimiz aşk acısından kafayı yedi yiyecek, arabesk duygulanımları yüzünden biz de kafayı yiyeceğiz: Aslı ders olmuş, kendisi talebe olmuş, Aslı’yı yazıp çizmiş, okuyup hatmetmiş, ecükasyonla alakalı daha da bir dünya şey yapmış işte. “Mercimek” lakabını Aslı’nın acımasından alıyor, benimsemiyor ama ondan geldiyse, eh, benimsiyor, aralarında yedi yaş falan olsa da tükenecek gibi değil aşk. Aslı’yı Marmaris’te bir herifle evlendiriyorlar, anlatıcı ölmüyor da ölüm gibi bir şeye kapılıyor, sonra babasının particiliği sayesinde bankamatik memuru oluyor, işi gücü tamam. Aslı’nın boşanıp döndüğünü duyunca kafayı yiyecek sevinçten, kızın akıl sağlığı bozuk ama ne annesini ne kız kardeşlerini dinliyor, babasının oluruyla havalara uçuyor. Aslı’yla konuşmak kalıyor geriye, konuşuyorlar, Aslı küçük mercimeğinin elini tutuyor. Mutlu son. Bu öyküden çıkarılacak iki şey var, taşrada gençlik cehennem gibi bir şey ve babası partici olanlar kasaba siyaseti sayesinde istedikleri gibi kul hakkı yiyebilirler. Hani o jargonda durumun şekli bu, gerçi kutsal metinlerden kendilerine meşruiyet biçebilirler, o seviyede mümkündür. Kitaptaki en kötü öykü bu, en sona filan konması gerekirken başa konmuş, acayip.

“Baba Neredesin?” gelmeseydi ilkinin ardından, öfleyip püfleyerek okumaya devam edecektim ama o azim ilgimi çekti. Çocuğumuz akıllı bir şey, okusa okur, ne ki babasıyla birlikte çıkıp çalışmak zorunda. Karpuz, soğan satıyorlar, sonra Kırıkkale’ye göçüyorlar, babası silah fabrikasında iş bulabileceğini düşünüyor. Cort. Anne durmadan ev yıkıyor, fakirlik Allah’tan ama pislik Allah’tan olmayabilir. Fakirlik de olmayabilir, de, işte. Tezgâh işleri, al sat, günü gününe yaşa, ömür böyle tükenecek gibi dururken yakınlardaki okulun kapısına gidiyor çocuk. Gitmeden babasının yediği dayağa şahit olması var, okulun kapısına gidişi gibi sıradan bir olay herhalde, hiçbir duygu değişimi yok. Madde etkisi altındaymış gibi anlatıyor karakterler, sanki düşmüşler de az sonra abur cubur aranacaklarmış gibi. Rafet Hoca iyi bir adam, çocuğa ne yapması gerektiğini anlatıyor okula kayıt olabilmek için de o iş o kadar kolay değil. Resmî nikah kıymamışlar, çocuğa kimlik de çıkarmamışlar, anne işin olurunu bilmediği için başta yan çizse de çocuğun yılmadan uğraştığını görünce razı geliyor, ne yapılacaksa yapacak, bu durumda babayı ikna etmek önemli. Kardeşinin seyyarlığa devam edebilmesi için kimliğe ihtiyaç duyduğunu sıkıyor çocuk, baba okul davasına değil de paraya bakıp kabul ediyor nikahı. Sonra muhteşem bir son, kalbimizde umut çiçekleri pörtleten enfes bir sahne: “‘Sağ ol baba,’ dedim. O an gözümden akan yaşı görürler diye korktum. ‘Sen de sağ ol aslanım,’ dedi. O sırada birader, ‘Yatacak mısınız yoksa tiyatroya devam mı edeceksiniz? Yarın sabah o tezgâhı açmam vallaha!’ dedi. Biz gülüştük. Anam uzanıp biraderin ayağını gıdıkladı. ‘Yatmazsak ne olurmuş söyle bakalım!’” (s. 40) Bitti. Keşke bitmeseydi. Devamını yazıyorum: “Birader kalktı, dedemin çakaralmazını indirdi duvardan, ‘Bu olur!” diye bağırıp tetiği çekti.” Ümit böğürtlenlerini burnuma sokmuşçasına sevindim, muvaffakiyet dilerim anlatıcıya.

“Bacanaklar” da hoştur. Anlatıcıyla Zakir’in dostluğu, pantolon bahsi, Terzi Yusuf, Terzi Yusuf’un kızı Türkan’ı kaçırma operasyonu, parasız yatılılık. Arabistan’dan kumaş getirmiş dede bir zamanlar, anlatıcı kendine bir elbise biçsin diye Terzi Yusuf’a götürüyor, Zakir’in yüzünün düştüğünü görünce takım değil de iki pantolon olsun bari, kararını değiştiriyor. Pantolonların kaderi, Türkan’ın kaderi ve bizimkilerin kaderi kesişmiştir. Okuldaki öğretmenlerden biri bu çocukların kafalarının çalıştığını, o kadar çalışıyorsa parasız yatılıya girmeleri gerektiğini söylüyor, deneme sınavından da iyi not aldıkları için fişekliyor iyice. Anlatıcının babası tır şoförü, hani hiçbir baltaya sap olamazsa şoför olur bari çocuk, Zakir’se aşırı yaşlı babasının yanında yoklukla cebelleşiyor, ekşi ekşi kokmaya başladığında anlatıcının itelemesiyle banyo yapıyor, oturup yemek yiyor dostunun ailesiyle, durum bu. İkisi de kazanıyorlar sınavı, Ankara’ya gidecekler ama pantolon için uğradıkları terzide Türkan’ın gözyaşı döktüğünü görüyorlar, dünya duruyor bir an. Ne yapacaklar, kaçırma planları, ödünç araba, Türkan’a da anlatıyorlar, iş tamam. Tek bir şeyi hesaplayamıyorlar, Türkan’ın evleneceğini duyan akrabalar gelmişler o gece, evin önünde takılan iki zıpırı görür görmez pata küte dalıyorlar, hacamat ediyorlar çocukları. Ertesi gün Türkan otobüse biniyor, bakıyor ki bizimkiler tuhaf pantolonlarıyla hoplayıp zıplıyorlar. Gülüyor Türkan, pantolonların paçasını onları şebeğe çevirmek için o kadar kısa diktiydi, meğer azıcık teselli bulması içinmiş. Parasız yatılılığa ne oldu bilmiyoruz, mevzuyu o kadar genişletmeye ne gerek vardı, onu da bilmiyoruz, havada kalıyor hikâye. Bir romanın parçası gibi öykü. Devamında çocuklar parasız yatılıya gidiyorlar, Zakir babasını da yerleştiriyor yurda, anlatıcı o pantolonla animatörlük kariyerine başlıyor. Falan. Öyküler öykü gibi değil, daha geleneksel bir damara bağlı, tamam da şöyle bir son da, yani, ne bileyim: “Sadece Türkan değil, bize bakan herkes gülmeye başladı. Bizim elimizden başka bir şey gelmemişti. Türkan’ı kaçırıp kurtaramamıştık. Orada herkes bize gülerken biz Türkan’ı güldürdüğümüze seviniyorduk…” (s. 58) Bana pek de bitmiş gibi gelmedi ya, haddim olmayarak üç beş cümle ekleyebilirim: “Türkan’ı kaçırıp kurtarabilseydik orada kimse bize gülmezdi. Biz kendimize gülmüyorduk çünkü Türkan’ı güldürmek istiyorduk. Orada olmazdık zaten Türkan’ı kaçırmış olsaydık. Herkes bize güldüğü için gülmüyordu Türkan. Bize güldüğü için gülüyordu. Herkes orada olmasaydı Türkan yine bize gülerdi. Biz herkese gülmezdik ama Türkan orada olmasaydı da herkes bize gülebilirdi.”

İki öykü kaldı, yine etkileyici hikâyeler. Daha etkileyici olma potansiyelini heba eden hikâyeler. Etkilemekten başka pek bir niteliği olmayan hikâyeler. Kim ne bekliyorsa bir hikâyeden, tatmin edebilir.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!