Yuri Buyda – Sıfır Treni

Sürekli aynı iş ve aynı mekân, anlam yok, mutlak bir görev bilinci. Yabancılaşma ötesi bir durum üstelik, tundranın ortasında bir istasyon, hiçlikle örülmüş bir uzam. Her an bir diğeri kadar boş, gözü kuşatan beyazlık bitimsiz. İstasyonun müdürü Ardabyev, bir zamanlar deli gibi âşık olduğu kadının gidişini izliyor. Otuz yıl önceki bebek İgor annesini götürmek için gelmiş, Ardabyev’e Sıfır Treni’nin gelip gelmediğini soruyor. Adama yaşayıp yaşamadığını sormak gibi bir şey bu, Ardabyev orada olduğu müddetçe tam gece yarısı o uzun tren istasyondan hızla geçecek. İki tren geçtiği zaman panikleyerek bir önceki istasyona durumu sorduğu zaman hiçbir trenin geçmediği haberini alınca da geçecek, kendisinin var olmadığı söylendiği zaman da. Onca yıldan sonra hiçbir şeyden emin olamayan Ardabyev kendi varlığından şüpheye düşmeyecek hiçbir zaman, görevini sürdürecek. Giden anneye ve oğluna bakarken bir başına kaldığını düşünecek ama rahatsız olmayacak bundan, birlikte yaşadığı Gusya’nın nerede olduğunu merak edecek, belki de bir kenarda öldüğünü düşünecek, tamamen yalnız kaldığını anlayacak. Bir sona yaklaşarak açılan anlatı, istasyonun ilk zamanlarından kalan bir fotoğraf yardımıyla başa saracak, Ardabyev’in ve istasyonunu doğumunu göreceğiz. Fotoğrafta Fira ile kocası Mişa, Ardabyev’in yakın arkadaşı Vasili ve eşi Gusya var, yüzleri henüz kırışmamış. Fotoğrafın dışında olsa da kameradan pek de uzakta olmayan Albay’ın varlığını da seziyor Ardabyev, emrindeki askerlerle birlikte güvenliği sağlayan Albay’ın aslında pek bir görevi yok, zira Moskova’yı efsaneleştiren bir uzaklıktalar, şehir ve insanlar tarih öncesi söylencelerden ibaretmiş gibi geliyor. İstasyonun ve trenin korunmasına gerek yok. Katarların ne taşıdığını merak etmiyor çoğu, Ardabyev’in ilgisini hiç çekmiyor, o sadece yıldırım hızıyla geçen trenin yolunu temizliyor en fazla, o kadar. Bunun yanında köprülere ve raylara patlayıcılar döşenmiş, Rusya Ana istasyonu kapatmaya karar verirse geride hiçbir iz bırakılmayacak, her şey havaya uçurulacak. Vasili’ye göre trenler kadınlar ve çocuklarla dolu ama yavaş yavaş deliren bir adama güvenmek akıl kârı değil, zaten Ardabyev’in Fira’ya duyduğu aşk merak duygusunu büsbütün köreltiyor. Aynı binada, farklı odalarda yaşayan insanlar yaşam alanlarını paylaşıyorlar ama Fira’yla Mişa’nın odasına aniden dalan Ardabyev’in niyeti kadını çırılçıplakken görmek. Fira o kadar beyaz ve şeffaf ki iç organları görülebiliyor, adam bu görüntüyü aklından bir türlü silemiyor, hat boyunca gidip gelen ve “erkeklere hizmet eden” kadınlarda Fira’yı arasa da kadının parçalarından başka bir şey bulamıyor. Birinde Fira’nın göbeği, diğerinde göğüsleri, diğerinde yanakları, toplamda onca kadın ancak bir Fira ediyor, etmiyor o da. Aşk küllenecek ama içten içe yanmayı sürdürecek, Ardabyev bu sırada başka bir istasyonun yaşattığı kasabadan bir kadını evine getirecek, çocuk yapacak ve kızını sevecek. Ayrılık acısını gerçekten hissettiği tek an, kızın yatılı okula gitmek için ayrılması. Sonrasında Moskova’ya gidecek ve babasını arayıp sormayacak hiç. Ölüm bir ölçüde katlanılabilir, çünkü anlaşılabilir ama sevdiğini kalabalıklar arasında kaybetmek Ardabyev’e göre değil. Daha çok küçükken şehirde yaşıyordu, annesiyle babası muhtemelen casusluk sebebiyle öldüklerinde -baba önce anneyi vuruyor, sonra kendini- yetimhaneye verildi, öğretmenler ve yöneticiler kendisini besleyip okutan devlete karşı borcunu ödemesi için onu demiryolu okulundan mezun olduktan sonra bu istasyona gönderdiler, böylece şehirle ve kalabalıkla bağ sonsuza kadar koptu, kızın şehre gitmesiyle mutlu olduğunu hatırladığı günlerin şehirde yaşadığı zaman olması üzüntünün temel kaynağı.

Sembolik durumlarda Albay’ın varlığı ortaya çıkıyor, istasyonun açılışından sonra geçen ilk tren istasyondaki kadınlardan birinin doğumuna denk geliyor, Albay’a göre anlamlı ve güzel bir tesadüf bu. Bebeğin ölü doğması büyük problem ama önemli olan trenin hep aynı saatte geçmesi. Albay’a göre Ardabyev sistemin temel adamı, o olmadan işler istediği gibi gitmeyecek, zaten hayatını anlamlı kılacak başka hiçbir şey yok. Ardabyev istasyonun kapatılmasıyla birlikte işlevsiz kalacak, yaşamının anlamı ortadan kalkacak, Albay’ın görüşü bu. Görev adamı yetiştirmeye çalışıyor ama Fira’ya bulaşınca saygı gördüğü adam tarafından öldürülüyor. Eşi Mişa bir gün ortadan kayboluveriyor, trenlerden birine atlayıp gittiğini düşünüyorlar. Hain, casus olma ihtimaline karşın Fira sorgulanıyor, sorgulanırken Albay’ın zorlamalarına karşı koyamıyor. Vuruyor adamı Ardabyev, cesedini dereye atıyor. Anlatının sonunda çürümüş adamı kıyıda bulacak ve patlayıcıları harekete geçirecek anahtarı yarı çürümüş adamın bedeninden sökecek adeta, ölümden ölümü koparacak. Civardaki bir arsada yaşayan köpekleri de öldürecek, istasyonda kimse kalmadığı için o köpeklerin varlıkları gereksiz. Birini kolayca vurduktan sonra diğeriyle mücadele etmek zorunda kalacak, köpeğin kulübesini ateşe vermeden inatçı köpeği öldüremeyecek. Kendisine benzetecek sonra, o köpek de evini ve yerini korumaya çalışıyordu. Ardabyev elinden geldiğince orada kalacak, etrafındaki insanlar gitmek istediklerini söyleyecek ama onun aklına gidecek bir yer gelmeyecek. En sonunda Fira da gidecek işte, lahana kokmayan tek kadın. Anılarına sık sık dönerek anlatının zamanını değiştiriyor Ardabyev, kadınlarla ilişkilerini düşündüğü bölüm bir örnek. Yetimhanede hapse atıldığı zaman görevli kadınlardan biri sorgulama esnasında Ardabyev’i soyacak ve penisini bir böceğe bakarmış gibi inceleyecek, lahana kokusu alacak çocuk. Sonra demiryolu okulundaki kadın öğretmenlerden birinden de lahana kokusu alacak, istasyonda çalışmaya başladığı zaman seviştiği kadınlar da lahana kokacak, cinsellik ve aşk lahana kokusu yokken ortaya çıkacak, Fira istasyona geldiği zaman. Tam bir kadın, her şeyiyle. Kocasına sadakati adam ortadan kaybolunca bitecek, Ardabyev’le yakınlaşacak ama adam hiçbir yere gitmek istemeyince ondan da kopacak, tek başına yaşamaya başlayacak. Bir yanda ansızın giden adama duyduğu sevgi, diğer yanda gitmek istemeyen adama duyduğu öfke. Biri sevgisiz, diğeri kendisine âşık. Çelişkilerden kurtulamayıp birkaç yıl daha yaşayacak orada, İgor gelene kadar.

Küçük bir dünyada geçen büyük bir anlatı, Yahudilerin tutkularından bir insanın yaşamından hangi noktada vazgeçebileceğine kadar pek çok şeye yer var. Örneğin bir gün Albay, Fira, Mişa ve Ardabyev leş bir birahanede oturup sohbet ediyorlar, Albay ve Fira aynı memleketten, sohbet ediyorlar. Albay kendi çocukluğunu anlatıyor, bildikleri yerler hakkında konuşuyorlar. Ardabyev garipsiyor, koskoca Albay kardeşinin bokunu duvarlara sürdüğünü anlatıyor mesela, başka bir sürü çocukluk anısını anlatıyor, aklı almıyor Ardabyev’in. Fira’ya durumu sorduğu zaman Yahudilerin tüm zenginliğinin kanları ve anıları olduğunu söylüyor, sözlü kültürün hâlâ çok kuvvetli olduğu bir gelenek sürüyor. En sonda bunlardan geriye hiçbir şey kalmıyor, durmadan gelip geçen trenler Ardabyev’i bir anlamda uyandırıyor, adam dünyanın değiştiğini ve bu değişimin daha çok kendi bilincinde gerçekleştiğini, aslında her şeyin aynı olduğunu anlıyor. Zamanın yıkıcılığı ortaya çıkınca istasyon binası kendi kendine yıkılıyor, yavaş yavaş. Bir işaret bu, Ardabyev’in anahtarı çevirmesinin önünde hiçbir şey kalmıyor.

İyi bir novella, tekrar basılsa ne güzel olur. Gerçeklik algısı karakterlere göre değişiyor ama biz Ardabyev’in dünyasından ayrılmıyoruz hiç. Eh, anlatıcımız pek normal olmadığı için başka karakterlere ihtiyacımız kalmıyor, dünya bizimkinin gözlerinden yeterince kaotik, sihirli ve anlaşılmaz. Yıllar çok yavaş akıyor ama sarsıcı olaylar zamanı bölümlere ayırdığı için hemen bir sonraki bölüme geçebiliyoruz, akışa dair belli belirsiz bir his oluşuyor. Tek bir fotoğrafta sayısız olayı görmek, zihinde hepsi için farklı zaman aralıkları oluşturmak gibi.

Bulunursa okunmalı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!