Valeria Luiselli – Kalabalıkta Yüzler

Tarafımdan oluşturulmuş bu yorumun tüm hakları kitapyurdu.com’a aittir.

Her şey yıllar önce, başka bir yerde başlamıştır, anlatıcıya göre hikâyeyi hâlâ oradaymış gibi yazması mümkündür ama o diğer kişi, diğer kendisi gibi yazması mümkün değildir. Hangi zaman kipini kullanacağını bile bilmez. Geçmişteki kendisi gelecekteki kendisini bulup çıkaracaktır hikâyede, “geleceği anımsamak”. Baştan şu: üç beş katmanın kesiştiği, ayrıştığı yerleri tespit edebilmek için nirengi noktalarını belirlemek şart. Geleceği anımsama nanesiyle daha başta karşılaştığımızı bu yazıyı yazmak için ilk sayfayı açtığımda fark ettim, esası Gilberto Owen’ın yaşlı bir adamla ettiği sohbette. Haliyle hikâyelerden birindeki bir çapanın hangisinin zeminini taradığını görebilmek için dikkatle okuyacağız, roman fragmanlardan oluştuğu için -dedim ve metnin iğnesi battı: “Fragmansı bir roman değil. Dikey anlatılan yatay bir roman.” (s. 74) Tamam da bu yataylığın başı sonu, dikeyliğin eni boyu, anlatıcıların kaşı gözü?- geçişlere de dikkat etmemiz gerekiyor. Bölümleme biçiminden bir şey çıkmıyor, anlatıcıların sesleri de katmanlarda hemen hiç değişmediği için başta bocalayabiliriz, not düşerek veya anlatıcıların yaşamlarındaki detayların örüntüsünü iyi belleyerek üzerimize düşen vazifeyi yerine getirir, bu girdili çıktılı ilginç metinden keyif alabiliriz. Yıllar önce başlayan bir şeyin şimdi yazıldığını, başlayan şeyde yazılan şeyin şimdiyi de etkilediğini ve aslında “şimdi”nin yoruma son derece açık olduğunu unutmayalım, üst anlatıcının altlardakilere kendi yaşamından kattıklarını hatırlayalım, tabii kurmacanın gerçeği her türlü eğip büktüğünü de. Nedir, anlatıcı kadın yıllar önce bir yayınevinde çalışmaktadır, White’ın yönetiminde. Baş editör White gizli kalmış Latin Amerika hazinelerini aramakta, meşhur yazarların açtığı yolda iş yapacak metinleri bulması için anlatıcıya güvenmektedir. Anlatıcı haftanın iki günü kütüphanede, üç günü ofiste, geri kalan zamanlarda da evini kullanan tuhaf insanlarla keşfe benzer ilişkiler kurmakta. Moby cumaları geliyor, anlatıcının hayatından tamamen çıkana kadar işe yaradığını söyleyebiliriz. Müzisyen kadınla birlikte gidilen partiler yine bir yeniliktir, anlatıcı yeniliği aramaktadır o sıra. Buna ikinci katman diyelim, ilkinde bu geçmişi kurgulayan üst anlatıcı eşiyle, Ortanca adlı çocukları ve adsız bebekleriyle birlikte yaşamaktadır, romanını yazmaya çalışırken sessizlikten yanadır çünkü uyanmak kabustur gecenin bir vakti. Hatice Erbaş’ın çocuklarını sessiz ağlatması geldi aklıma, eşi şiir yazabilsin diye. Var olma biçimi, geçmişteki anlatıcı anahtarlarını verdiği insanlarla kurduğu ilişkileri gelecekte anlatmaktadır, o sıra başka bir metinle haşır neşir olacaktır. “Çok uzun süre yalnız yaşadığınızda hâlâ hayatta olduğunuzu teyit etmenin tek yolu eylem ve nesneleri açık bir şekilde, anlaşılır bir sözdizimiyle ifade etmektir: bu yüz, yürüyen bu kemikler, bu ağız, yazı yazan bu el.” (s. 10) İnsan da yetmez bir noktadan sonra, hayaletlere evde yer vardır. Ortanca hemen isim takar: Yüzsüz. Bebek onu görebilen tek kişi, gülümsüyor. Karmaşa yetmiyormuş gibi bir de bunlarla uğraşacağız yani, Luiselli’nin aralara sıkıştırdığı buluşlar parıldayıp söndükleri için tatlı bir iz bırakıyorlar ve kayboluyorlar hemen, şahane. Yazılanların çok küçük bir kısmı bu, üst anlatıcının kocası ara sıra gelip soru soruyor: Moby kim, adamları nereden tanıyor, anlattıklarının ne kadarı kurmaca? Evde yeni eşyalar beliriyor, büyüyen bir evde yaşıyorlar, kocanın kabusu yazılmayı sürdüren bir roman aslında. “Dikey düzlemde yatay anlatılan bir roman”, Deleuze müydü şimdinin geçmiş ve gelecek tarafından işgal edildiğini söyleyen? Üst anlatıcının sabiti diğer katlardan görülmedikten sonra pek de bir önemi yok gözlem noktasının, değişkendir. Geçmiş hayal mi edilir, anımsanır mı, geleceğin hatıraları şimdiden görülebilir mi, hepsinin cevabı hayaletlerde ve kalabalıklardaki yüzlerde. Şu da güzel, üst anlatıcının ve bir altındakinin aklına takılan ne imge, düşünce varsa en alttaki hikâyede, Giberto Owen’ın yaşamının anlatıldığı parçalarda kurgulanmış olarak karşımıza çıkıyor, müthiş bir fikir. Kalabalıktaki bir yüz belirsizdir, anlatıcının karşısına sürekli çıkar da Owen’ın metroya binerken defalarca karşılaşıp bir şekilde bağ kurduğu kadında somutlaşacaktır örneğin. Owen’ın yaşamına geçmeden önce katakulli var, kütüphanede zaman geçiren anlatıcının yaratma ihtiyacı şaha kalkınca sevdiği White’ı bile kandırmak zorunda kalacaktır kadın, kafadan bir çeviri uydurup kendi yazdığı metinleri editörüne sunacak, metin kabul edilecek ve basılacaktır. Büyük olay tabii, Owen’ın son metni piyasaya çıkınca toplantılar, röportajlar başlar, foyasının açığa çıkacağından emin olan anlatıcı dayanamaz ve yediği haltı White’a söylemek zorunda kalır. Eliyle yarattığı hayalet ayrı bir hikâyeye evrilir o noktadan sonra, Owen’a selam dururuz çünkü 1950’lerde sonlanan, şiirle tıka basa dolu yaşamını şiirin ipek yüzeyinin pürüzsüzlüğüyle anlatacaktır. New Jersey veya Harlem civarında yaşayan şairler vardır o zaman, William Carlos Williams karşımıza çıkar, orada olmayan şairler veya Owen’a yakın oturup Owen’la hiç görüşmemiş şairler de bir araya gelecektir bu romanda. Anlatıcı kadın yaşamındaki şeyleri bir araya getirip anlamlı bir yapı oluşturmaya çalışır işte, erişemediği tutarlılığı, belirginliği, anlamı över bir açıdan. Kaosu düzenlemeye çalışır da ne çalışır, ayrı güzeldir o hikâye de. Jodorowsky’nin filmlerindeki şairler gelir akla, Luiselli’nin Jodorowsky’den etkilenip etkilenmediğine bakayım. (Beş dakika sonra: Bir şey bulamadım.)

Owen metroda bir hayalet görür, geleceği anımsamanın anlamını çözmeye çalışır, şiir yazar ve Lorca’yla birlikte takılır, arada eski eşinin kahrını çeker ve çocuklarıyla zaman geçirmeye çalışır. Parasının olmadığını çocuklara doğrudan söyler, parasızlar için eğlenceler tertipleyip eğlenirler. Eski eş ünlü bir şair olmuştur, şiir etkinliğine Owen’ı da çağırır. Onca kadının içinde tek bir adam, gözlem için harika. Programın sonunda kendisine teşekkür eden eşine davet edildiği için geldiğini söyler, çocukları için borç alıp alamayacağını sorar. Günlüklerinde, mektuplarında yazmaktadır Owen, yaşamı ciğerlerine çekip de yaşar, öyle bir dolu dolu yaşamak. Gördüğü kadının anlatıcı olduğunu anlamaması, kendisinin anlatılan olduğunu anlamaması, karşılaşmalara iki taraftan da bakabilmemiz, hangi yaşamın kurgu olduğu ve hangisinin olmadığı ama zaten kurgunun içinde kurgu olmasından ötürü her şeyin kurgu olması. Sakin olup nirengiye dönüyor, Owen’ı izlemeye devam ediyoruz, Alfonso Reyes’e şairler öneriyor: Pound, Dickinson ve William Carlos Williams. Şiir çevirileri tamam, üstat kabul ederse basılırlar ve Owen’a biraz daha zaman kazandırırlar zira bir işe yaramanın ömrü uzattığı ispatlanmıştır, Owen’ın bundan haberi yoksa da böyledir ve göze inen katarakt hızla kör etmektedir, gerçi Owen birilerine bir şeyler okutabilir ama bir şeyin kendisini terk ettiğini düşünür, bu sıralı cümlelerin sonunun nerede geleceğini de düşünür. İçinde bulunduğu kip: “-miş’li gelecek zaman”, çekimlenecek gibi değil, başı sonu belli yaşamının zamanıyla oynamak mümkün değilse de o yaşamı biçimlendirmek anlatıcının elindedir, istediğince eğip büker. Owen eski eşinin içkilerini tüketip zom olmuş mudur, 1928’de ruhunu şiirle takas etmiş midir bilinmez, metroda Ezra Pound’u görmediği kesin çünkü Pound o sıralarda İtalya’da. Gördüğünü düşünse yeter çünkü o da bulunduğu gerçeklik düzleminin oynaklığının farkında. Diye düşünmek hoşuma gidiyor, hikâyenin özgürlüğü daha bir hoşuma gidiyor, Luiselli öyle bir yapı kurmuş ki daha sekiz on kat çıkardı. Sevdiğim bir bölümle bitiriyorum: “Bir hayatı geride bırakmak. Her şeyi havaya uçurmak. Hayır, her şeyi değil: İnsanların arasında işgal ettiğimiz o bir metrekarelik alanı havaya uçurmak.” (s. 58)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!