Mustafa Kutlu – Yoksulluk İçimizde

Ömer Lekesiz’in bir yazısına denk geldim, zamanında kendi mahallesinden çıkan yazarların gayet nitelikli metinler üretmelerine rağmen dışlanmalarına çatıyordu. Kimlerden bahsettiğini bilmiyorum, ben Hekimoğlu İsmail’i, Bahaeddin Özkişi’yi ve Mustafa Kutlu’yu okudum, Kutlu’nun aşağı yukarı son yirmi yıldaki metinleri hariç, üçünün metinleri de ikinci sınıf olarak değerlendirilebilir, bariz bir abartı var Lekesiz’in yazısında. Yoksulluk İçimizde‘nin ilk basıldığı yıl 1981, o dönemde çıkan çoğu metninkinden aşağı kalmayacak bir dil, atmosfer, tamam da İslamî duyarlılık taşıyor hikâyeden resmen. Hidayete eren esas kızın toplumca şak diye dışlanması, kaba bir ayar verdiği eski sevgilisinin rüşvetli rantlı işleri şuk diye bırakıp kızın peşine düşmesi ve adeta keşişe dönmesi, arada “Levha” bölümleriyle karakterlerin aslında ne yaşadıklarına dair dinî malumat, didaktik ton, yaşamın doğal akışına aykırı işler, gidiyor böyle. Olur da zemin müsait değil, daha doğrusu direkt bunların üzerine kurulduğu için hikâye kıssadan hisseye dönüyor, kurmaca geri planda kalıyor. Aslında bütün sorun ilk bölümle birlikte başlayan romantize anlatımın karakterlerin dönüşümünü de sağlama, şalalasıyla okuru bu dönüşüme ikna etme çabasında. Uhrevî dalgalardan ilahî bir sonuca varmak için sadece görkemli bir dil, kişiliği vıjt diye değiştiren bir din var elimizde, karakterlerin tekamülüne dair kurgu mantığı yok. Büyük eksik. Değinilmesi gereken başka bir şey: Kutlu metinlerini sadeleştirmeden önce birtakım oyunlara girişmiş, serbest dolaylı anlatıcıyı veya karakterlerden birini ikinci anlatıcı olarak metnin aralarına serpiştirmiş, akmasına gerekçe sunmadan bilinçleri de aktırmış ara sıra, biçimce ilginç denemelere başvurmuş. Bunlar metni zenginleştirmiş ama sadelikten yana çark kırması daha bir sevindirici açıkçası, geleneksel hikâyecilikte bunlar ve bunlara benzer taklalar daha doğal bir şekilde ortaya çıkıyor, sözlü hikâyeciliğinkiyle metnin sesini de yaklaştırdı mı tamam. Şimdi bu metne bölüm bölüm bakalım, “fevç fevç” nüfuz edelim.

Öykülerden oluşmuş, bütünleşik bir anlatı diyebiliriz. “Akasyalar Açar Mı?” iş yerinden birkaç sahne, Şükrân’ın esas kız Süheylâ’ya söyledikleriyle ışığı değişiyor sahnelerin, hoş bir yapı. Tomurcuklarını ansızın patlatıvermiş bir akasya dalı, alüminyum çerçeveli geniş pencereden gülerek bakmaktadır, sebebini sorar anlatıcı. Patlatıvermenin ansızlığı zaten taşıdığını bilmez değil, o an görmemiş olacak. Güneş altında uç vermiş yaprakçıklar şavkıyor, yerli yersiz fingirdeşen serçeler var, Süheylâ’nın gördüğü. Neden, çünkü Şükrân’ın söyledikleriyle bu manzara değişmeye başlayacak yavaş yavaş. Önceki gün Engin’i görmüştür Şükrân, adamın nişanlandığını ve nişanlısıyla birlikte dolandığını söyler. Bir arıza daha: Nişanlı kızdan bahsin ardından “eli kanlı zarf açacakları”, “çirkin iki nokta üst üste”ler çıkar ortaya da öncesinde nişanlılığın söylendiği yerin ardı dümdüz devam eder, sanki bu bilgi Süheylâ’nın zihninde hiçbir değişime yol açmamış gibi. Malumat sürer, kızın Yalova’da yazlıkları varmış, akrabaları forsluymuş, Engin de hemen yanaşmış belli ki. Süheylâ’dan nasıl uzaklaştığına dair doyurucu bir bilgi yok, anlatının ilerleyen bölümlerinde de yok, yetinirsek verilenle yetineceğiz ki metnin niyeti zaten evrim geçirip doğru yolu bulan karakterlerin iç dünyalarını yansıtmak. Şöyle bir bilgi bombası patlıyor bu ilk bölümden sonra, şarapnellerden sadece biri: “Melâl içindesin. Yoksul olduğunu düşünüyorsun. Ne ki senden alınmıştır, o senin hayrınadır. İçindeki yoksulluğu hissediyor musun? İşte senin için en hayırlı vakit. Unutma, ihtiyaç mütemadidir.” (s. 18) Ölmeyeceğiz de tehlikeden uzak durmayı isteyebiliriz o an, ben devam edeyim dedim de berisini getirdim. İkinci bölümde Engin’le Süheylâ’nın küçük bir gezintileri, iki karakterin geçmişlerine bakış. Engin yokluktan gelmektedir, okulu bitirip iyice bir işe girmiştir, yırtmaya çalışmaktadır. Süheylâ’nın annesine kendini sevdirmiştir, sevgilisiyle annesinin zor yaşamlarına yakından bakınca oradan bir yol olmayacağını anlamıştır muhtemelen. Annenin emekli maaşı, kızın maaşı, kıt kanaat yaşarlar, üstelik kız “insanların kadın-erkek öyle uluorta bir arada oturamadıkları, yani haramın helalin açık seçik bilindiği bir yere girememiştir”, içinde bulunduğu ortamı, benliğini kuşatan dünyayı yırtıp atamamıştır, inşallah Engin’in yaptığı yamuktan güç alarak hayatını değiştirecektir. Değiştirir, eşyalardan, işten güçten, arkadaşlardan kurtulur, sevgiden zerre anlamayan ve gözünü bürüyen paradan başka bir şey bilmeyen Engin’i de siler atar. İstifayı basıp eve gittiği gün annesinden Kur’ân okumasını ister. Belki de ömründe ilk kez ezana kulak vermiş, kurtuluş çağrısına uymuştur? “Belki Engin nişanlanmasaydı, belki bu nişanlandığı haberi akasyaların salkım saçak açtığı bir bahar günü kendisine yetişmeseydi, şimdi ağlamamış ve anasından Kur’ân okumasını istememiş olacaktı.” (s. 45) Meh, aşırı zayıf korelasyon, böylesi radikal bir değişim için yetersiz gerekçe. Süheylâ civardaki Hoca annenin sohbetlerine katılmaya başlar, diğer katılımcıların takıp takıştırdıklarını görünce onları eleştirmeden duramaz. Sadeliğe dönüşünün de bir açıklaması yok, hele kadınları ayıplaması niye, belli değil. Mütedeyyin annesini bile şaşkına çevirir, istifa ettiğini söylediğinde annesi nasıl geçineceklerini sorar, başını örtüp işe gitmesi gerektiğini söyler. İşe gitse namazı nasıl kılacağını sorar Süheylâ, tanıdıklarının ucube görmüş gibi hal takınmalarını garipser. Bölüm biter, Eşrefoğlu Rûmî’nin aşk redifli bir şiiri başlar, hikâye iyice deşilir.

Şükrân’ın ziyaretiyle üçüncü fasıl başlar, yeni havadisler gidişatı değiştirecektir. Engin aslında nişanlanmamıştır, Süheylâ’yı görmek istemektedir, Şükrân bunları anlatırken çayın rayihası kaybolur ve rengi terk eder çayı. Bu çayların üzerinden karakterlerin düşüncelerini okuyabiliriz. Çayın başına bir iş gelmişse karakterin de başına iş gelmiş sayılır, çay iyiyse her şey yolundadır, çay soğumuşsa gönüller soğumuştur, çay sıcaksa filler dans etmektedir, çay şekerliyse veya şekersizse, işte, bir şeyler olur ve kurmacalarda çayın kullanımı yasaklanmalıdır. Şaka, hiçbir şey yasaklanmamalıdır. Neyse, Şükrân ansızın evlenmeye karar verir, düğününde Engin’le Süheylâ’nın karşılaşacaklarını düşünmez çünkü niye düşünsün, evleniyor kız. Süheylâ eski iş arkadaşlarını gördüğü zaman onların dünyasını tehdit ettiğini düşünür, arkadaşlar Süheylâ’yı görünce şaşırmış, tedirgin olmuşlardır. Neden, çünkü o dünyada başörtüsüne yer yoktur herhalde, belki de kadınların tamamı dar kafalıdır, bilemiyorum. Şu toptancı bakış beni benden alıyor. Çiftimiz bir araya gelir, Süheylâ ayaküstü bir bağlama çeker Engin’e, paranın peşinde koşturan çocuğu bir temiz silkeler. Çok paranın haramsız olmayacağını sokar kafaya, Engin o kafayla birlikte iş güç kovalarken alkollü ortamlarda takılır, kadınlarla birlikte olur, sonra ansızın Süheylâ’nın söyledikleri gelir aklına. Spektaküler bir hareket: takıldığı insanlara haramın ne olduğunu sormaya başlar. Herkese sorar ama, karşılaştığı kim varsa sorar, tatile çıkmasını salık verenlere iki kez sormuştur bence. Yılmaz’ın verdiği şu tepkiyi hatırladım, çok alakasız. Ortamdakilere Allah korkusu duyan olup olmadığını sorar Engin, böyle küçükten küçükten tırlatmaya, aslında kemale ermeye başlar, sonra tövbe edip Süheylâ’nın peşine düşer. Aradan yıllar geçmiştir, Süheylâ ve annesi ortadan kaybolmuştur, Engin hayatının en anlamlı arayışını sonlandırıp sevdiğine kavuşmaya çalışır. Öncesinde memleketine gidip çocukluğunu diriltmek ister ama doğduğu şehir değişmiştir, insanlar iyice Allahsız olmuştur, ne bileyim, din min hiç kalmamıştır ortada.

Hikâye aşağı yukarı bu. Dalgaya bağlamak istemiyorum da Süheylâ’nın asla hayır denemeyecek isteğiyle bitirmek isterim, bundan daha romantik pek az şey duymuşumdur: “Seninle harama batmamış bir beldeye hicret edelim.”

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!