Evde ulaşamadığım bir alan vardı, kitapları toparlayıp bir kısmını yallah Mustafakemalpaşa’ya gönderince ulaştım. Sonuç: aynı kitaptan dört tane varmış, bende olduğunu unuttuğum kitapları görüp sevindim, yer açıldı falan, bu grafikli çizimli metni buldum. Yirmili yaşlarımın başında okumuştum, o zamanki sevgilim not yazmış, çizik çuzuk içinde bırakmışım sayfaları. Tekrar okudum, Sipahioğlu’nun çizimlerine baktım, arka kapakta değindiği mevzuyu anladım. “Görsel-işitsel çağ” yazıyı, fonemi morfolojiyi belleyen anlayışı eskitti mi, mağara adamına eşlenen sendrom çoğunluğun kiri pası görmesini engelliyor, ama, evet, farklı formlar deneniyor, anlam kendine başka araçlar arıyor, sayfadan kurtulalı çok oldu da genelin kabul ettiği bir biçime bürünmedi sanıyorum. Bürünecek, pek bir şey kalmadı. “Daha az karmaşık olan araçlar” deniyor yine kapakta, karmaşıklığın azı her açıdan tartışılır da kolaya gidiş bariz, okumayıp dinlemek misal. Süreç farklı, bilişsel işlemler öyleyken öyle, böyleyken böyle, ne olursa olsun değişim kaçınılmaz. Sipahioğlu bildiğim kadarıyla iki de Metis’ten çıkardı bu türde metin, sonra işin peşini bıraktı ya da hiçbir şey yayımlamadı, yazık, ne zenginlik oysa. “Uzun bir süredir öykü yazıyorum. Nedense onları hep yazılı-resimli düşünüyorum. Benim için ikisi de aynı şey. Gerçeklik dediğimiz şey günümüzde büyük ölçüde karikatürleşmekte. Abartılı jestler, çığlık ve gürültüden oluşan bir dünyada yaşıyoruz. Yani, çizgi-filmin kendine özgü evreni ete ve kemiğe bürünüyor gibi…” İyi deneme bu, iki bölümlü resim sergisi. İlk bölüm “Birinci Ressam”, 1883’te Paris’in kafeşantanlarından geçiyor, Osmanlı’ya dank diye düşüyor karakterler. O zamanlar cıvıl cıvıl bir dünya, uygar olan ne varsa Paris’te bulunuyor, çökmekte olan Avrupa ve Asya imparatorluklarından münevver adayları geliyorlar da eğitimdir, görgüdür, ne varsa almaya çalışıyorlar. “O dönemde bu kentte yaşıyor olmak, kendisinden çok şey umulan ve sabırsızlıkla beklenen bir yüzyılı, ‘evrensel bir insan’ olarak karşılamaya hazırlanmakla eşanlamlı bir şey gibi.” (s. kaç bilmiyorum, ya Sipahioğlu’nun tercihi ya da sayfa sayıları unutulmuş) Oralara gidip tutunmak zor, ressam olarak gidip cafcafa kapılmamak daha da zor, Süleyman Zeyyat sağlam bir bursla gönderildiği zaman hemen dağıtıyor ama domuz eti yiyemiyor, şarap içemiyor, tam da uyum sağlayamıyor yani, daha da önemlisi bir araya gelip yaratıcılık patlaması yaşamasını sağlayacak ressamları tanımıyor. Lautrec’le iki saat boyunca aynı masada oturduğunu İstanbul’a döndüğü zaman arkadaşı Şeker Ahmet Paşa’dan öğreniyor mesela, zaten bir natürmordu öğreniyor. Kâfi. Sipahioğlu en fazla 1,5 sayfalık metinler yazıyor, gerisini çizimleriyle tamamlıyor, buraya kadarki bölümün hakkı havada süzülen bir balerin mi, şen bir tüy yumağı mı, amorf bir neşe fıskiyesi mi, öyle bir şey. Otoportresi geliyor arkadan, bir de biyografisi: 1860 doğumlu, Harbiye çıkışlı. Öğrenci iken yaver sınıfına atanmış, geçinememelerine rağmen Şeker Ahmet Paşa’yla birlikte Paris’e gönderilmiş. “Fenni Ressam” kavramını ortaya ilk atan kendisi, dönüşünde Delacroix üzerine bir metin yazıyor, Netayicül Vukuat adlı eseri meşhur. Ölüm yeri ve tarihi belli değil. Zaman kopuk, atlayıp zıplamalı, Paris’ten yazdığı mektupta Nesrin’e kısa süre sonra kavuşacaklarını söylüyor Süleyman, yeşil peri içip kavuna abandığını belirtiyor, bu “KAVUN” kardeş ikinci hikâyede de karşımıza sıklıkla çıkacak, nirengi noktası. Mektubu sadeleştirenin Ahmet Sipahioğlu olduğu yazıyor notta, Nesrin’in kim olduğuna dair açıklamayı da o yazmıştır. Resmimizin, Doğu’yla Batı arasındaki sanat tepişmelerinin tarihini de aralara serpiştirmiş, kültürel farklılıklardan çokça çeken Süleyman sadece natürmortla uğraşmaya karar vermesinin sebeplerini açıklıyor Delacroix’yla ilgili yazdığı ansiklopedik maddede. Seks dolu, cinsellik dolu resimlere öykünüp karalamalar yapmış ayrıca, Allah’a yalvarıyor ki o günahların bir parçası olmasın, bumçikibumlu resimler yapması üst katta iyi karşılanmayacak diye ödü kopuyor. Nitekim daha fazla dayanamayıp dönüyor İstanbul’a, bakıyor ki Nesrin’i Şeker Paşa kapmış, kara çarşafı giydirmiş kadına, üstelik durumu iyi olmayan Süleyman’ı konağa aldırıp işkenceyi sekize katlayacak. Acısını karaciğerine gömüp resimlerini bir bir portlatan Süleyman’ın memlekete getirdiği yeni sanat anlayışı ilgiyle karşılanıyor tabii, ressamımız söyleşisinde bu türle çok geç tanışmaktan üzgün: “‘Çok seneler önce Mühendishane-i Berr-i Hümayun devrinde, portre maksadına matuf bazı fenni tecrübelerde bulunulmuş ise de bir türlü azami miktarda eser meydana getirilememiştir. İşte bu sebeple bizler, eski devirlere ait tarihi şahsiyetlerimizin, atalarımızın çehrelerini bilmemekte, onların hakikatte neye benzediklerini öğrenememekteyiz. Mesela, mümtaz şahsiyet, meşhur Mimar Sinan Efendi Üstadımızın o nurlu çehresi bizim için meçhuldür. Ne kadar yazık değil mi efendiler?’” (s. yok, altta Süleyman açıklama yapıyor, işaret parmağı havada, yandaysa Nesrin’in portresini yapıyor ama tamamen çarşafla kapalı bir kadının portresini nasıl yapacak, bembeyaz bir tuval) Çarşafsız çiziyor kadını, anımsadığı gibi Nesrin, Süleyman’la hemen yakınlaşıyorlar ve basılıyorlar haliyle, Şeker Paşa arkadaşını tepikliyor evden. Çizim: Chagall’ın uçan sevgililerinden biri Süleyman, diğeri Nesrin, minarelerin ve köhne çatıların üzerinde iki seyyare. Hayal bu, gerçekte Süleyman ortadan kayboluyor, savaş ressamlığı için Musul taraflarına gittiği söyleniyor. Yıllar sonra Fenerbahçe semtine dadanan ayyaş berduşun o olduğu kesin değil, belki odur, Şeker Paşa’nın eseri.
“İkinci Ressam”da mevzular biraz daha karışık, hayatla birlikte resim de giriftleşiyor, akışkan tempo. Moda’da Yorgo’nun yeri var, anlatıcı gazetede işi bittiği zaman oraya geçer, bir dilim KAVUN ve rakı gelince önüne, bayram. Nesrin’i ve Muzaffer’i düşünüyor adam, durumu kötü. Muzaffer eskiden, akademi yıllarında hocası da olan eleştirmen ve yazar beyin düştüğü kötü duruma çok üzülüyor ama işi soğuyor bir yandan, mülakat sırasındaki resim tartışmalarına çok kızmıştı. Natürmorttan geçmek istiyor çünkü kasap gibi hissediyor kendini, ölülerle işi yok artık, başka bir şey bulana kadar çekeceği sıkıntı yaşamını mahvedecek. Şöyle, Kübistler gibi her perspektifi aynı düzleme tıkıştırmak değil de aynı anda farklı perspektiflerden görülebilen bir obje, mümkün mü böyle bir şey? Hocasıyla konuşuyor, denemeler yapıyor, örneği var. KAVUN dilimi, tüm olası perspektif açılarından aynı anda. Muzaffer aklını kaybetmeye başladığında -daha iyisi, daha açılısı, dahası- Nesrin’le hocası karşılaşıyorlar, hemen aşk. Belli belirsiz planları fısıltı, giderek abuklaşan Muzaffer’in giderek sabuklaşan resimleri ileride çok para edebilir, bunun için Muzaffer’in ölmesi lazım. Yavaş yavaş, önce bilişsel ölüm, tabii eleştirmen becerebilirse. Eleştirmen John Berger’dan bir alıntıyla karşı çıkar Muzaffer’e, Bacon ve Walt Disney aslında toplumların yabancılaşmış ve umutsuz davranışlarını sembolize ediyorsa Muzaffer’in çizimlerindeki çocuksuluk ne, eğer benzer bir çizgiden doğuyorsa üçü de? Muzaffer bir çıkış arıyor, eleştirmen çıkışı kapıyor, en sonunda da Muzaffer’i hacamat edecek son hamleyi yapıyor. Bıçakla. Nesrin’in bir resmi var, anlatıcı o resim üzerinden kadının psikolojisini, ressamın niyetini, tuvalin halini aktarıyor, aynı zamanda Nesrin’in eleştirmenden ayrılışını dört olasılık üzerinden okuyor. İç içe geçmiş disiplinler işte, Sipahioğlu’nun mahareti. Bu kadar üzüldük, karakterlerin sanat uğruna yaşamlarını feda edişlerine şahit olduk, en sonunda şefkatini de gösteriyor Sipahioğlu ve tüm karakterleri bir masada topluyor, geçmişte yaşadıklarına kadeh kaldırtıyor. Herkes mutlu, trajediyse de uzaktan komedi artık tüm olanlar.
Sanatın eşelenmesi, sanatçımızın didinmesi, çizimler, dört dörtlük metin.
Cevap yaz