Altar Kaplan – Kırmızıyı Sevenler Derneği

Ecinniler‘in son sayısını dağıtıyordum, Robinson Crusoe 389’a geldim, dergileri bırakıp önceki sayıları aldım. Masanın üzerinde Altar Kaplan’ın son kitabı vardı, önüne arkasına bakıp yerine koydum. Orada çalışan abi Altar Kaplan’ı bilip bilmediğimi sordu, bildiğimi söyledim, Halifeler Köyü‘nü biraz övüp Aloda‘yı yerdim. Abi bu kitabı hediye etti, başta istemedim ama metnin iyi olduğunu söyledi. İyi olduğunu sanmadığımı söyledim, iyi olduğunu tekrar söyledi, sonra kendisinin Altar Kaplan olup olmadığını sordum çünkü adamın yüzüne denmez öyle şeyler, yererken aşırıya kaçıyordum, Altar Kaplan olmadığını söyleyince rahatladım. Kitabı aldım, teşekkür ettim ve ortamdan ayrıldım, dergileri dağıtıp eve geldim, kitabı alelade bir yere koydum. Dün açtım, bir müddet sonra kapadım, mührümü basıp verileceklerin arasına koydum. Kaplan başımı ağrıttı yine, oyun, epigraf, eğretileme enflasyonunun çok çok yüksek olduğu, mevzusunun bütün bunları dolduramadığı metni iyi bir deneme olarak görülebilir, aşırılıkların görülmediği bölümlerin başarısından bahsedilebilir. Eh, bu kadar. Anlam aramayınca çok kolay aslında, anlatıcıların bölümden bölüme değişmesinin gerekçesi, takvim yaprağı gibi görsellerin lüzumu ki geçmiş tarihli gazetelerde yer alan orijinal haberlerle sonradan yerleştirilen, hikâyeyle uyumlu haberlerin çözünürlük farkı bariz, biraz eskitmek lazımmış ekleneni, bu tür taklaların anlatıyı açmaması, genişletmemesi, ilginçlik olarak kalması dert. İlk bölümde ikinci çoğul şahıs kipi, hürmetten ötürü belki, aslında Defne’nin yaşamı tarif ediliyor. “Onun hep yanınızda olacağını sanıyorsunuz. Gecenin çökmesiyle içinizde ağır bir kasvetin büyüdüğünü duyumsamanız bundan…” (s. 9) İlk paragraf, yoldan çıkmıyor, sonraki her paragraf gecelerin, gündüzlerin, Hafız’a duyulan özlemin ayrı bir yanını içerecek, her paragrafta mercek değişecek. Yorucu, gözü bir türlü odaklayamayınca da aynı yorgunluk doğar ama kabul, tekniktir. Tırnaklarda oje kalıntıları, güneş batınca şiirsel bir heyecanla dolan ruh, Defne birazcık âşık yani. Hafız’ın verdiği bileklik bileğinde, önerdiği kitaplar aklında, başkalarının yanında ne aşkından bahsediyor ne coşkusunu gösteriyor, kapalı bir yaşam. Her şey iki buluşma arasındaki zamanı doldurmaktan geçiyor, filmler ve kitaplar olmasa zaman geçmeyecek. Defne okulla birlikte babasını da boşlamış zaten, kimseye hiçbir şey anlatmıyor. Üniversiteye başladığı zamanlar Kütahya’da tetanosa yakalanıp hayatını kaybeden annesini -vasiyeti gereği Halifeler Köyü’ne gömülüyor anne, kıps- çok özlüyor, yıkılan babasıyla birlikte hayata tutunmaya çalışıyorlar. Arkada gizemli işler dönüyor, Karga’nın verdiği romanı çantasından çıkarıp etajere koyuyor Defne, öncesinde odasındaki kelebeği öldürüyor ki kelebek zaten ölümün habercisi, haberciyi öldürmek fena şeylerin yaşanacağını gösteriyor.

Sonraki bölümde Defne’nin babası Selahattin’in Cibali Polis Karakolu’ndaki yeni görevine başlamasını görüyoruz, ayrıca be be benzetme şov da pörtleyiveriyor. Üçüncü tekil şahıs kipi, serbest dolaylı anlatıcı ama karakterle bağlarını tamamen koparıyor bazı, tekmeyi yiyoruz. Komiser Selahattin kendi çapında yurdum insanı, durumunu Sokrates’in, bilmem kimin nelerine benzetmez sanırım, öyle bir birikimi olduğuna dair veri yoksa. “İnsan hayatındaki, dönemlerin ünlü insanlarla özdeşleşebileceğini düşünürdü. Çocukken İsa, gençken Büyük İskender, orta yaşlarda Sezar, yaşlanınca Sokrates olunuyordu pekâlâ… Ölmek demekse hayallerinden vazgeçmek demekti. Onunsa hayali kızı olmuştu.” (s. 29) Düşünür de gerisi anlatıcının haltı gibi duruyor yaşamın doğal akışında, Selahattin bu kadar malumatfuruş değil. Hafız’ın da Defne’ye verdiği bombastik bilgiler sıralanıyor bir bölümde, yine malumatfuruşluk. Kaplan bütün birikimini karakterlere yığıyor ama karakterler o kadarını taşıyacak kişiler değiller, Hafız’ın yetkinliği bile tartışılır. Şimdi huzursuzluk dolu, kasvetli, kafaya sıktıracak hikâyeye bakalım, Selahattin bir sabah gözlerini açtığında kendini, yok, gözlerini açmakta güçlük çeker, başı ensesine bastırır, Selahattin bedenini rahatlatamaz. Gün ağarırken tıraş olur, hazırlanır, Defne üniversiteyi bitirene kadar çalışacağı karakola doğru yola çıkar. Galata’dan Balat’a, oturduğu apartman Papadopulos -kıps- işe biraz uzak olduğu için yol boyunca seyir. Arada bir gazete haberi, Halil Kınalı okullar arası satranç turnuvasında birinci olmuş, Galatasaray Lisesi’nin gururu. “Hafız” kod adlı Halil’in daha büyük başarılara imza atacak potansiyele sahip olduğu düşünülüyormuş. Yani bence biraz erken bunun için, GM olmasını bekleselermiş daha iyi. Neyse, kar yağışı artıyormuş bu arada, tahminimce beş yağış falan, oralarda üçten az yağış görülmez malum. Gölgeler var, her yerde ışıklar, gölgeler, sekiz on defa bahsediliyor bunlardan. “Karakola bitişik surların solgun duvarları kristal gökyüzüne doğru sivrice yükselirken geometrik şekiller surlar boyunca titrek bir şekilde dans ediyordu.” (s. 36) Bunun ne olduğunu hiç anlamadım, edebiyat atağı geçiren metinden enstantane. Selo mekâna geliyor, nöbet yerinde olmayan polisi haşlıyor, sonra tekmil alıyor ama polisin sesinden değil, anlatıcının sesinden, e niye italiğe durup daralıyor metin? Tanışma faslı, muhtarla imamın ziyareti, Cafer Kıvrak nam lüzumsuz karakter, sonra karakola getirilen göstericilerin şoku: getirilenlerin arasında Defne de var, Selo ne yapacağını bilemiyor. Şu müstesna kısmı da alıp bitiriyorum: “Muhtar ve imam mekanik bir biçimde, zamanla öğrenilmiş ve belirli zamanlarda tekrarlanması gereken bir formül gibi sadece ruhlarının kıskanç çekingenliğiyle konuşmaya başladılar.” (s. 47) Kaplan’ın okura zerre saygı duyduğunu sanmıyorum, on sözcükle açıklanan şeyi bir düğme iliklemeyle halledebileceği gibi “ruhların kıskanç çekingenliği” yaveleriyle gırtlağa çöküyor resmen. Tamam, Selo da kulplu beygirde akrobatik hareketler sunan kaplan sakınganlığıyla mukabele etsin, kimse ortada neler döndüğünü, neler olduğunu sormaz yani. Çünkü edebiyat, he? Yok.

Üçüncü bölümde Hafız’ın tayfadan bir elemanı dinliyoruz, dinlemeye başlar başlamaz üstüne oturacağımız el bombamızı temin edebiliriz. “Birçok eyleme, oradaki kebapçıların yaydığı ızgara etlerin kokusunun ağırlığı altında inleyen masalarda karar verilmişti.” (s. 57) Bu ne abi. Birtakım demografik malumat var, o kahvehanenin bulunduğu yere tey ne zaman gelmiş Kürtler, oralardaki binalar, bilmem ne. Hikâye üniversitede Hafız’la tanışma hikâyesi, mevzu İstanbul Hukuk’tan mezun oynak siyasetçi. Hafız’a göre “tatlı su Müslümanı” olan bu dallama liberal, siyasal İslamcı, solcu, sağcı, olunabilecek ne varsa olmuş, çarkı kırdığı son yerde mutlu mesut takılıyormuş ama Filistinlileri katleden İsrail’e tek söz söylemiyormuş, öğrenciler söyleyecekmiş artık. Hafız’ın demeçleri, tayfada Defne’nin kod adıyla yer bulması, ardından eylem. Polisler basıyor hemen, bizimkileri Cibali’ye uçuruyorlar. Hafız yine kitap gibi konuşmaya başlayıp başlarına ne geleceğini, ne işkencelerden geçirileceklerini anlattıktan sonra umut veriyor, haklı oldukları için güçleri tükenmez, Allah yanlarında. Hepsi satıyor adamı, kaybedecekleri çok şey olduğu için dökülüyorlar, anlatıcımız polise dönüştüğü ve arkadaşını öldürdüğü için aşırı mutsuz. Eh. Temiz bir dövüyor polisler Hafız’ı, diğerlerini salıp onu DGM’ye paketliyorlar, oradan hapishane ve ayakkabı bağcıklarıyla intihar. Selahattin’in kızıyla karşılaşması var ama yok, Hafız’ın gammazcı arkadaşlarını son kez görmesi var ama yok, kısacası hikâyenin kabası haricinde karakterlere, mekâna dair ne varsa yok, ya sahiden yok ya da abartıla benzetile anlatıldığı için yok, anlatıcının bastığı oyunlardan hiçbir şey görünmüyor. Başa dönüyorum, Kaplan yine yordu, hikâyeyi pasparlak zekâsına altlık yaptı, okuru anlatının peşinde kana tere buladı. Şaşırtmadı, Kaplan’ı neden okumayacağımı hatırladım. Makine sesi duyuyorum, tak tuk. Bisiklete bineyim de kendime geleyim, su sesi duyayım azıcık. Küçükyalı sahile çöküp kuşu kediyi dinleyeyim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!