Josefine Klougart – İkimizden Biri Uyuyor

Acıyı boyutlandırma uğraşı. Odaktaki mekan, insan değişir, şehirden çiftliğe, ölü eşten kanser anneye geçeriz ama o boyutlandırmayla biçimlenir ne varsa, haliyle anlatılan acı uğraştan daha değersiz değildir ama anlatım şekli öne çıkar. Anlatım şeklinin öne çıkması iyidir, şeyleri farklı biçimde görebilmemizi sağlar. Yeni sinaps, dendrit, bağlantı demektir, meyilli olup olmamanın etkisine dair bir şey bilmiyorum ama yeni bağlara, dünyayı biraz olsun farklı görmeye istekliysek metnin açtığı düşünme biçimlerini bağra basarız. Sürülmüş tarlaların, kilise arazisinin, koyunların ortasında sentaksı kayık, duygusu parçalı cümleler var, cümlelerin var olduğunu biliyoruz, anlatıcı bir şeyler yazdığını söylüyor. Başka başka zamanların kederini tek bir zamana sıkıştırarak yazdığı metinlerle ödüller aldığını da söylüyor, öyleyse sadece bir düşünce akışı olarak değil, düşüncenin anlatıya akışı olarak da değerlendirmeliyiz metni. O geçişin zorluğu. Kırık kenarları düşünüyorum çünkü elek neyse, mesela zamansa çizgisellik zaten mümkün değil, anılarsa seçicilik dahil hiçbir şey belirgin kılmıyor yaşananları, mutlak bir muğlaklık var, sağalmak dar bir geçitse bu yaşam sığmıyor da kırılıyor, ancak öyle anlatılabilir. Yeni bir adamdan bahsedilen anda doğan tedirginlik, iki çeker arasındaki boşluk için: “Rahatsız edici bir gerginlik. Havaya çizilmiş hareketler, kendini gösteren hareketler -var olmadan bir saniye önce: belki de hiç var olmayıverirler. Bir kaza oluverir olacak olan şeye -çok iyi.” (s. 13) Gelişme sancısı, aslında belirgin bir yol takip edilir de istenmez, tekrarın başka bir andan şimdiye taşınmaması için küçük bir arıza gerekir, orada anlatıcı. Anne sorgular, sonuçta aile evine bir sebepten gelmiştir anlatıcı, annesinin kanserini duymuştur, öğrenmiştir, bu durumda ne istediğinin, neyden kaçmaya çalıştığının önemi alelade bir önemdir, dert edip etmemekten geçilmiştir artık: “Eğer hiçbir yere varamayacaksam, hep burada kalacaksam: sorun mu -peki.” (s. 12) Sorun olması, olmaması onaylanır, ikisi de aynı olasılık alanına açıldığı için pekilikten başka bir şey kalmamıştır. Kalsın diye bu metin. Biri olmanın bedeli. Onlu yaşların sonunda bir ilişki, yıllar sonra bir başka kadının ortaya çıkmasıyla görülen aralık, erkeğin yatakta araya koyduğu boşluk, aslında uykular bile paylaşılmamıştır ki biri daima uyumakta, diğeri uykusuzluğun ezgisi. Boşluğa şekil vermek için bu metin. Kaotik mesafeye yaklaşarak düzen vermek. Wallace Stegner’ın Doyma Ânı‘nda değindiği Doppler etkisi: Sınırları belli bir geçmiş parçasına daha yakından bakanlar daha geniş bir aralığı kaydedebilirler, burada anlatıcı biçimsiz bir ol(m)uşa bakar sadece, kurguya geçirilen gerçeğin çarpıklığını birkaç kez aktarır da o kuantum çorbasına bakarak kendi yaşamının gözlemcisine dönüşür, gerçeği veya kurguyu arayarak. Kendisinin belirsizliği. Acı bulandırır basbayağı, yaşamasına yetecek kadar güç bırakır anlatıcıda. Nasıl yaşamak, kısa ve dağınık cümleler kurarak. Üst üste binmiş cümleler, resimler: “Uzun yıllar göremez onu insan, sonra aniden görüverir, annesinde ölümü, annesinde anneannesini, onda onun annesini ve gerçekte başka bir yüz de görür, tanır o yüzü ama yine de onun bilinmeyen bir yüz olduğunu düşünür.” (s. 15) Resim yaptığından bahseder anlatıcı, yani resimden de bekler, belki bir somutluk, katılık bulacaktır orada, aslında karıştırmak içindir. İki yerde birbirini bozan resimlere değinir, yeni görüngüden bahsetmez, anlatmaktadır zaten. Onu ayakta tutan tek şeyle bir akşam vedalaştığını, elde edemeyeceği tek şeyi elde edemeyeceğini ve bu yüzden istemediği her şeyi elde edeceğini, odanın ortasında oturmasına rağmen her şeyin ortasında durduğunu. Hiç bitmeyecek bir şeydir ama tahammül eder insan, şeyin tesiri kalmaz değildir, yine de taşınabilir, başka ilişkilerde yüzeye çıkana kadar derinlere gömülebilir, aynı değildir ama aynıdır, anlatıcının dediği gibi doğa da aynı değildir ama aynıdır, bu yüzden elma ağaçları çocuklukta tatlı ve hüzünlüdür, yetişkinlikte de öyledir, ağaçların yetişkinliğiyle insanın yetişkinliği birbirini tutar. İnsan başka bir kendilikle birbirini tutmaz, bunun mesafesi de var anlatıda. “Bu tür şeylerin üstesinden gelebilir mi insan: Ölüm sahneye çıkar, hayatına, evine giren bir hırsızdır, tanıdığın, bildiğin her şeyin çalınmasıdır.” (s. 20) Eve dönemeyecektir artık, annesiyle birlikte oturup sohbet eder ama çalınan anlatıcıdır en başta, ölümle önceden yüz yüze geldiği için ne yaşayacağını bilmektedir ama bilmemektedir, şeylerin yeni baştan kurulduğunu bilir. Dört sıra patates ekilmiştir mesela, farklı türler, sıraların bilgisi kâğıtlara çizilmiştir, anlatıya da çizilir doğrudan, kim bilir kaçıncı kez ekim fakat hep ilk. Bunu biliriz, nesne değişti mi duygu da değişir, yiten insanların bıraktıkları yokluk ancak isimde aynıdır. Hele acıda pek bir aynılık yoktur, sözcük her seferinde farklı tonlanır. “Düşünceler dökülmeye başlar, bir ev, bir aile dökülür. Bir ev: Bir evden başka bir şey olduğunu gösteriverir. Dökülür.” (s. 23) Ölü kocaysa hep ölü kocadır, pek az sabit vardır böyle: ölü koca, aldatan sevgili, tarlalar, doğa, kırlar, tepeler. “Ailede demirbaşlar” anlatıcıya göre, sekiz yıl bir sevgili için demirbaşa dönüşmek için yeterlidir, öyle ki yeni kadın bile bütün ağırlığıyla çöker o kadar az görünmesine rağmen. Görünmeyeni görünür kılmak için insana, kaynağa yaklaşmak, yaklaşılanın giderek gerçek dışılığa kayması, tam odaklayamamak yaşamı. Tam odaklı yaşam. Mümkün değil. İmkansızlık için bu metin.

Kopuşun sesi, eş zamanlılığın dışı. Anlatıcı ayrılığın bütün aşamalarını değerlendirir, elbet karıştırarak. Evler hâlâ yerlerinde duruyorlar misal, akıl alır gibi değil. Adam daima geride veya ileride, anlatıcı kendini de kurmacalaştırdığı için gözleriyle görmüyor artık, doğrudan bilinciyle görüyor çünkü kişisel tarihin gözle bağı kalmaz artık, bedenden kopar, birlikte yürüdükleri sokaklarda ister istemez kırıklarını bırakır anlatıcı. Her sokak, ev, mekan kırıklarla doludur, bu yüzden geri dönüşler yaralar. Kopenhag’daki ev bir yaranın mabedine, çiftlik hatırlamanın tarifine varır, “ben buradayım işte’ye” doğru. “Ben buraya elma ağacı için gelmişim, sanki, sen her zaman bize sahipsin: gibi bir şey hatırlıyorum. Ve o kadar çabuk farkına varıyorum ki, bu yetmezmiş.” (s. 36) Bu da bir varma, hani olan şeyin yönü. Mutlaka bir yön var, hareket. Donmak için bu metin. Bazen klasik anlatıyla da ilerler, anlatıcıyla adamın tanıştığı, mutlu olmaya başladıkları zamanlar ne akışkandır, belki berrak bir mutluluktan akis. “Resimler hiyerarşisi”nde en küçük alanı kaplıyor, aşağılara indikçe zemin genişlediği için bozuluyor yaşantılar. Ayrıldıklarını gösteren resimler alt katmanlarda, birkaç defa bir araya geliyorlar, kayda değer şeyler söylüyorlar ama çizikleri ezberlenmiş plak. Toprağa uzanıp gökyüzüne bakarak geçirilebilecek bir sıkıntı, başa dönmemek için durmak. Sürülmüş tarlalar bundan. Berbat bir yaşamdı ama içindeyken değildi. Kopuşun sesi bundan. Patlamayla doğan boşluğu dolduran varlığın basıncı: anlatıcı. Doğa bir yangını söndürüyor, anne hiç durmadan konuşuyor ve faturaları hesaplıyor, aldatan sevgili o kadınla başka bir hikâyeyi anlatıyor, ölü eş ölülüğü sürdürüyor, her şey olup bitiyor da bir türlü olmuyor anlatıcı, hareketsiz duruyor. Yönü, istikameti yok. Ağacın boyu kendi boyunu aşmış, eksik tamam. “Bir kâğıda birkaç sözcük yazıp sonra da kâğıdın gerilimi içinde onları tutacağını umut etmek. Sıradan bir şekilde gerekli olan bir israf.” (s. 43)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!