Dört yıl önce okuduğum kitap hakkında hiçbir fikrim yok şu an, bodoslamadan dalıyorum.
Küçükkaplan bizde müziğin geçirdiği aşamaları anlatıyor, Tanzimat’la birlikte yayılma olanağı bulan -ne kadar yayılabilmişse- Batı müziğinin 1950’den sonra oldukça artan ABD ve Avrupa etkisiyle birlikte tavan yaptığını ve müziğimizi radikal bir değişimden geçirdiğini söylüyor. Öncesinde Leon Avigdor’un cazı Türkiye’ye getirme macerası var, Fransa’da mevzuyu öğrenip 1920’li yıllardan itibaren Pera’da program yapmaya başlıyor Avigdor, 1933’e kadar müzik yapıyor, o dönem tango da revaçta olunca bu iki türün etrafında toplanıyor müzisyenler. Bizden Fehmi ege var, Necdet Koyutürk, Şecaattin Tanyerli var, tangoya yönelmiş isimler bunlar. Celâl İnce o dönemlerde ABD hayranı olduğu için “Kovboy Şarkısı” gibi bombastik şarkılar yapıyor. Şunu Western’e koy, sırıtmaz. 1950’lerden itibaren Elvis Presley ve Bill Hailey parlayınca biz de atak yapıyoruz, Deniz Harp Okulu’nda Durul Gence ve Erkan Gürsal tarafından kurulan orkestra Türkiye’nin ilk rock’n’roll orkestrası diye geçiyor, yıl 1955. Ankara’da Yurdaer Doğulu, Attilâ Özdemiroğlu gibi isimler grup kuruyorlar, İÜ Fen Fakültesi bünyesinde Necdet Bulut ve Oktay Yurdatapan bir grup kuruyor derken yayılıyor bu iş. Erol Büyükburç fenomeni de var tabii. Bir dünya plak dolduruluyor o dönem, gazetelerin ve çeşitli kurumların yarışmaları var, bu yarışmalarda dereceye girenlere ödül olarak kayıt imkanı veriliyor, Anatolian Rock Revival Project’in YouTube sayfasından dönemin pek çok şarkısına ulaşabilirsiniz. Bu yarışmalarda gençler türkülerimizi Batı müziğine uyarlayarak bir geçiş aşaması oluşturuyor, İngilizce veya Fransızca sözlü şarkılar da yazılıyor, söyleniyor. 1960’lı yıllarda aranjman akımı başlıyor, özellikle Fecri Ebcioğlu ve Ajda Pekkan yabancı bestelere Türkçe söz yazarak yürütüyorlar işi. Şu meşhur bir örnek. O dönemler Barış Manço’nun, Cem Karaca’nın ilk kez orkestralarda yer aldıkları zamanlar, pek çok baba sanatçı sahneye ilk kez o dönemlerde çıkıyor. Hafif Batı müziğinden sonra Anadolu-Pop akımı -bu adı ilk telaffuz eden Taner Öngür’müş, süper bilgi- geliyor, türkülerin modern müziğe uyarlanmış halleri piyasayı ele geçiriyor bir anlamda. 3 Hürel, Selçuk Alagöz, sonrasında Fikret Kızılok yürüyorlar. Yarışmaları anlatıyor bir yandan Küçükkaplan, 1965’te ilk kez düzenlenen Altın Mikrofon’u 26 kişilik orkestrasıyla Yıldırım Gürses kazanıyor, ikinci sırada Mavi Işıklar, üçüncü sırada Silüetler var. Finale kalan isimlerin listelerine bakıyorum, mesela 1965’te Ferdi Özbeğen var, İlham Gencer, Cahit Oben var, Cem Karaca 1967’de ikinci oluyor, Moğollar 1968’de üçüncü oluyor, aynı sene Erkin Koray dereceye giremiyor. Benzer yarışmalardan da ünlü isimler çıkıyor, Nilüfer 1972’de, Sezen Seley (Aksu) 1970’lerin ortasında tanınıyorlar. Eurovision’a genişçe bir bölüm ayrılmış, girmiyorum buraya.
İkinci bölümde arabeskle popun etkileşimi incelenmiş, bunun yanında 1970’ten itibaren günümüze kadar gelen bir tarihçe çıkarılmış. Çok beğenilen şarkıların notasyonları da kısa kısa yer alıyor aralarda, hoş. Devletin eli kolu da o dönemde uzuyor, Ajda Pekkan’la birlikte Sezen Aksu’yu “alaturka buldukları için” bu iki sanatçının şarkılarına radyolarda ve televizyonda yer vermemişler bir süre. Kudüs’te düzenlenen Eurovision’a da katılmama kararı alınmış o sıralar, ceza yemişiz falan, ilginç bir dönem. Özdemir Erdoğan, ardından MFÖ, hangi grup ve sanatçı geliyorsa sırayla anlatıyor Küçükkaplan. Üçüncü bölümde belli başlı şarkıların notalarına ve sözlerine yer verilmiş, burayı hızla geçtikten sonra asıl mevzunun yer aldığı dördüncü bölüme geliyoruz, pop tarihimizin önemli isimleriyle yapılan röportajlar oldukça ilgi çekici. Attilâ Özdemiroğlu’yla başlıyoruz, politik ortamın da etkisiyle Batı müziğine yöneldiklerini söylüyor. Pop müzik polifonik müziğe geçmelerini sağlamış, bunun yanında rock müziği anlayamamış Özdemiroğlu, o dönemi kaçırdığını, bir jenerasyon geride kaldığını ifade ediyor. TRT’nin 70’li yıllardan itibaren topladığı kurulların hemen hepsine katılmış, müziğin iyice Batı etkisine girmesinden korkuyormuş TRT, diğer yandan alaturkalaşmasından da korkuyor, hemen her şeyden korkmuş TRT, müziği kontrol altına almaya çalışmış. Yıllar boyunca kesik attıkları arabeski nihayet kabullenip arabeskçileri ilk kez televizyona çıkarmak zorunda kaldıklarında ne düşündüklerini merak ettim şimdi. Sanatçılar da aslında bu asimile olma muhabbetinden rahatsız biraz, yanlış hatırlamıyorsam 3 Hürel’in başını çektiği bir grup sanatçı bilirkişileri toplayıp Türk müziği ve geleneksel kılık kıyafetler hakkında seminer tarzı bir şey düzenlemişler, sonrasında o kaftanlı maftanlı, süslü püslü kıyafetlerin olduğu imajlar çıkmış ortaya. Nino Varon’la devam, kendisi Onno Tunç’a ilk aranjesini yaptırmış, Çiğdem Talû’ya ilk şarkı sözünü yazdırmış önemli bir isim. Anlattığı şu mesele de ilginç: “Nejat Uygur, Levent Kırca, Cem Özer ve bir sürü daha parası olmayan tiyatrocular bana gelirdi. Ben onların kurtarıcısıydım. Çünkü onlar en zor işi yapıyorlardı, tiyatro en zor iş. Onlara müzik yapacak adam var, varsa Selmi Andak bir tek piyanoyla… Bazı sahnelere bazı müzikler istiyorlardı. Aynı şekilde Ayhan Işık’ın bir filmini seslendirdim.” (s. 398) Mazhar Alanson’un tiyatrodan müziğe geçme olayı da benziyor buna, tiyatroda para yok ve zor iş, Alanson bakıyor ki müzikte para var, atlıyor hemen oraya. Fuat Güner de para kazanmak için reklam müziği yaparak profesyonel oluyordu galiba, öyle bir şeyler vardı. Özetlemek gerekirse bu bölümde yeni nesil müzisyenlerin müzik bilmediklerinden şikayet ediliyor genel olarak, Onno Tunç övülüyor, arabesk yer yer övülüyor veya yeriliyor, bir de anılar anlatılıyor. Metnin en dikkat çeken bölümü bu.
Tez üslubundan kurtulduğu pek söylenemez, biraz kuruca ama oldukça önemli, değerli bir kaynak bu, müziğimizin kat ettiği mesafeyi görmek isteyenler kaçırmasın.
Cevap yaz