Peter Watson – Yakınsama: Evreni Açıklayan En Derin Fikir

Lovecraft, Cthulhu’nun Çağrısı‘nı 1926’da yayımladı, o sıralarda Einstein fizikte paradigma değişimiyle uğraşıyordu, her şeyi kapsayan bütüncül bir formüle takmasına biraz daha vardı. Sonradan ömrünün sonuna kadar bu formülü bulmak için çalışsa da başarılı olamadı, disiplinleri tek bir çatıda toplayacak çıkarım belki de idrakimizin çok ötesinde, bilemiyoruz. Neyse, Lovecraft öykünün başında evrendeki bütün bilginin bir noktada bir araya geleceğini ve insanlığın bu birleşime baktığında ya delireceğini ya da kozmik dehşetlerin karşısında sonsuza kadar boyun eğeceğini söylüyor, buna benzer bir şey söylüyor en azından. Müthiş bir öngörü olarak görülebilir, tabii kimyayla haşır neşir olduğu dönemde güncel kaynakları okumadıysa. Mary Somerville 1834’te yayımladığı bir metinde fiziğin farklı bilimlerle kurabileceği bağları imledi, o zamana kadar “doğa bilimleri” olarak adlandırılan dalı “fizik” adıyla yeniden doğurdu denebilir. Bu metinden önce Fransızlar “La physique” diyerek matematikten ve kimyadan ayırdıkları bilim dalı üzerinde oynuyorlardı ama modern bilim emekleme aşamasındaydı, Newton’ın açtığı yol o kadar yeniydi ki ayrımlara pek dikkat edilmedi bir süre. Birleşme düşüncesinden sonra uzmanlaşma çağı başladı, kapitalizmin de etkisi var bunda tabii, günümüzdeyse indirgemecilik çokça tartışılıyor. Bilim insanları kutuplara dağılmış durumda, Watson indirgemeciliğe karşı çıkanları haklı bulmuyor, şimdiye kadar görüldüğü üzere disiplinlerin çizgileri giderek silinmiş durumda. Kimya ve psikoloji ilişkisi, tarih-kimya ilişkisi gibi sayısız ortaklıklar yeni bilim dallarına yol açıyor. Watson bu ilişkilerin tarihine eğiliyor, kronolojik bir sıra izleyerek dünyamızı değiştiren buluşların hikâyelerindeki bilimsel basamakları açıklarken her şeyi kapsayacak bir fikrin, buluşun mümkün olup olmadığını sorguluyor. Aydınlanma’yla birlikte teolojinin bilimlerden çıkarılması belki de bunun ilk adımı, Somerville’den önce Laplace’ın çıkışını biliyoruz, Somerville bu dışlamayı iyice görünür hale getiriyor. Einstein’ın zarlarla ilgili sözü ve Planck’ın derinleşen araştırmalarına bakarak Tanrı’dan uzaklaştığını düşünüp paniklemesi nispeten yakın tarihlerdeki zıt örnekler olarak ortada, dinî inancın bilimle ilgisinin bulunmadığına dair fikirler başlarda akla yatmamış. Kutsal kitaplarda Dünya’nın yaşıyla ilgili bilgilerin yanlışlanması sırasında inançlı bilim insanlarının yaşadıklarını düşündüm de, ağır olsa gerek. Neyse, ilk bölümde termodinamiğin yasalarının yavaş yavaş belirlenmesi anlatılıyor. Joule enerjinin dönüşümünü evrendeki düzene bağlıyor, Tanrı’nın egemen iradesi sayesinde hiçbir şey hiçbir zaman yok olmuyor, devinip dönüşüyor. Von Helmholtz enerjiye tıbbi açıdan yaklaşıyor, insanı bir buhar makinesine benzeterek girdilerle çıktıların anlamlı bir bütün oluşturduğunu söylüyor. Teorik ve deneysel fizik ilk kez ayrılıyor böylece, Joule’un “doğa dolaşımı” fikri desteklenmiş oluyor. Rudolf Clausius bahsi geçen bilim insanlarının buluşlarını derleyip topluyor, termodinamiğin birinci ve ikinci yasasını belirliyor, Maxwell’i derinden etkiliyor bu. Elektrik ve manyetizma arasında bir ilişki olduğunu düşünüyor, zira devinen doğa şeyleri birbirine dönüştürür, bu ikisi de iç içe geçmiş bir yapıya sahip olabilir. “Elektromanyetik dalga” altı yıl sonra Maxwell tarafından dünyaya tanıtılıyor, ardından Clausius “entropi” terimini ortaya atıyor, tersine çevrilemez süreçler için. Maxwell sağlam bir matematik eğitimi aldığı için fiziğin teorik kısmını formüllere dökebiliyor, Ludwig Boltzmann da entropinin istatistiksel açıklamasını yaparak mevzuya dahil oluyor. Teker teker çıkılan basamaklar gibi. Uzmanlık alanları farklılık gösteren insanlar bir benzerlik, bir şey görerek başkasının bulduğunu geliştiriyorlar. Muazzam güzellikte bir olay. Darwin’in kendinden önceki uzay araştırmalarından etkilenmesi, jeolojik buluşları takip etmesi kendi teorisini ortaya çıkarmasına yarıyor mesela, hikâyesi uzun uzun anlatılıyor.

Elementlerdeki örüntülerin ortaya çıkarılması da yine görece uzun bir zamana ve birkaç insanın çalışmalarına dayanıyor. Dimitri Mendeleyev atomların ağırlıklarını yazdığı kağıda baktığında dizgesel bir durumun olduğunu görüyor ama anlamıyor durumu, bir gün uyuyakalıyor ve rüya görüyor. Pasiyans düşkünü olduğu için rüyasında oyunun kurallarına göre periyodik aralıklarla dizilmiş elementleri görüyor ve Newton’ın fizikte, Darwin’in biyolojide yaptığı şeyi kimyada yapıyor, sonrasında elementlerin izleri sürülüyor ve tablo dolduruluyor. Ardından radyoaktivite çalışmaları geliyor, Röntgen’den Curie ikilisine -çocuğu da katarsak üçlemesine- kadar pek çok insan meseleyi başka bilim dallarına çekiyor. Sonrasında elektronun keşfi, nötronun keşfi geliyor, patlayıp gidiyor mevzu. Atomun yapısı çözüldükten sonra kütle ve enerjinin dönüşü geliyor, Einstein tarih sahnesinde beliriyor. İzafiyet kavramı uzaklaşan cisimlerin dalga boylarının kızıla dönüştüğünü ortaya çıkarıyor, böylece uzaya bakan araştırmacılar bu kızıl dalgayı hemen her gök cisminde gördükleri için evrenin hızla genişlemekte olduğu çıkarımını yapıyorlar. Nereden nereye ya, çok heyecan verici değil mi? İnanılmaz bir kademe atlayışı bu. Daha yakın tarihlerde atom bombası bulunuyor, Almanların mevzu üzerinde pek durmamaları dünyanın hayrına olmuş denebilir.

Başka bir bölümde jeoloji, botanik, dilbilim ve antropolojinin dörtlü birlikteliğinden doğanlar anlatılıyor. Bir zamanlar var olup ortadan kaybolan kara köprülerinin ortaya çıkarılması, dil ailelerinin oluşumlarının jeolojiyle bağlantısı ilginç. Uydulardaki ve gezegenlerdeki yıkımlardan kalan izlerle Dünya’mızın izleri karşılaştırılıyor ve gezegenimizde 65 milyon yıl önce çok büyük bir facia yaşandığı anlaşılıyor, böylece boş katmanların altından çıkarılan koca kemiklerin nasıl canlılar ait olduğu anlaşılıyor. 1991’e kadar tam olarak çözülememiş bu olay, gök taşının izleri karada aranınca faciaya sebep olan çarpma bir türlü açığa çıkarılamamış, en sonunda kum tanesi boyutunda yuvarlak nesneler bulunmuş, bunlar okyanus zeminindeki ana kaya bazaltın ayırt edici niteliğini taşıyormuş böylece okyanus zeminine bakılmış. Gerisi bildiğimiz hikâye. Astrofizikten jeolojiye, oradan biyolojiye. İnsansıların ana vatanının keşfinde de benzer bir ilerleme biçimi var, sonrasında göç yollarının bulunması ve buzulların erimesiyle yükselen su duvarının iki insan popülasyonunu 16.000 yıl boyunca ayırması geliyor. Diller benziyor, ilk zamanlardaki yaşam biçimleri benziyor, bunun yanında yaşam koşullarının farklılığı büyük uçurumlar yaratıyor. Coğrafya kaderdir gerçekten. Güney Amerika’daki toplulukların yaşadıkları yerlerde keyif verici maddeler kolaylıkla bulunabiliyor, gerçeklik ve inanç doğrudan doğruya bu maddelerle birlikte şekillendiği için adamların kurban ayinlerinden beslenme biçimlerine çoğu yaşamsal pratik pek değişmeden çağlar geçiyor. Bir de kuzey-güney doğrultusunda yer alan göç yolları da pek kullanılmıyor, coğrafyanın muazzam değişimi engelliyor bunu, insanlar genellikle hep aynı yerlerde yaşıyorlar, doğanın sillesini yediklerinde kurban törenleri düzenliyorlar, olayları bu kadar. Eski Dünya’da kalanlar kıtlıkla karşılaştıkları zaman hemen göç ediyorlar mesela, kültür böylece yayılıyor. Zorluklarla baş etmeye çalışıyorlar, uygarlıklarını geliştiriyorlar böylece. Birkaç bin yıl sonra gemilere atlayıp aynı kaynaktan geldikleri insanları katlediyorlar.

Okurun ilgilendiği alanlara hitap edecek çeşitlikte bölümler mevcut, benim ilgimi en çok etnografya-klimatoloji-okyanusbilim-mit dörtlüsünün anlatıldığı bölüm çekti. Kitlesel yok oluşlar, suların yükselmesi, küresel facialar belli bir coğrafyada yaşayan insanların mitlerini benzer olaylarla dolduruyor mesela, üç büyük tufan yaşandıktan sonra en ağır olan sonuncusunu mitleştiriyor insanlar, kolektif hafıza oluşuyor. Ejderhalar Yeni Dünya mitlerinde yok, daha çok deniz canavarları var, bu da sığ kıyı bölgelerindeki timsah saldırılarını anımsatıyor. Savaşan kardeşlerin mitlerine de rastlanmıyor pek, tarım keşfedilmeden önce göç ettikleri için. Bereket Tanrıçası heykellerinin regl döngüsüyle ilişkisi, doğurganlığın cinsellikle bağının kurulması gibi mitik ögeler de insanlığın en eski inanışlarının oluşumunu anlamamız için kaynak bilgiler olarak veriliyor.

Oldukça hacimli bir metin, bilim tarihinin yanında geleceğin dünyası hakkında da genişçe bir bölüm var. Metnin son okuması iyi yapılmamış, bazı hatalar var ama çok can sıkıcı değil. Şu can sıkıcı ama: “Neredeyse aynı şey suçta ve suçun mahallelere yayılma oranında da görüldü. Hemen hemen aynı şey suçta ve suçun mahallelere yayılma oranında da görülmüştür.” (s. 479) Merak eden okusun, ufkum açıla açıla bir hal oldu benim.

 

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!