Pascale Roze – Avcı Sıfır

Kapattım, arka kapaktaki yazıyı bir daha okudum, nasıl başladığını merak edip ön kapağa döndüm, künye, okumaya başladım. Kopukluk yok, başı sona ekleriz, öyle bir tek ses. Sabahleyin erkenden yola koyuluyormuş avcı, siyahlar giymiş, doğan güneş alnında. Yükseliyor, alçalırken haykırıyor, çakıyor kendini bir yere. Bu anlatıda çakıldığı yer Laura Carlson, anlatıcı, tam kalbinden vurulan kadın. 10 Ocak 1944 doğumlu, babası 7 Nisan 1945’te Okinawa’da ölü. İki fotoğraf var elinde Carlson’ın, ilkinde baba Maryland‘in güvertesinde, yüzü kaskatı, ikinci fotoğrafta eşinin belinden tutuyor, mekan Central Park, iki gülümseme. Amerika hakkında hiçbir şey bilmiyor Carlson, babası ölür ölmez annesiyle ülkeyi terk edip Fransa’ya dönmüşler, unutmak istediği evde yaşamaya başlamışlar. Sorulan hiçbir soruya gururu yüzünden cevap vermemiş anne, içine kapanmış. Carlson bir gün takip etmiş de askeriyede birileriyle konuştuğunu görmüş kadının, hep tersliyorlarmış, kaçıncıya gittiyse artık. Eşinden bir haber umuyor belki, karanlık. Çocukluğun kıt anlayışı açık bir hikâye sunmuyor, barlarda takılan kadının etrafındaki erkekler pis pis güldüğünde, dudaklar birleştiğinde, otele gitmek üzere dışarı çıktıklarında neler olacağını bilmiyor Carlson, büyüdüğü zaman o da acısını erkeklerin dindirmesini bekleyecek ama beceriksiz ve duygusuz adamların hiçbir işe yaramadığını görecek, boşluğu doldurma çabaları. Eve dönelim, nineyle dedenin pek de şefkatli insanlar olduklarını söyleyemeyiz, kızlarını eve kapamaya çalıştıkları gibi Carlson’ın eğitimini de üstlenerek sıkıyorlar kızı. Bruno’nun bahsiyle Carlson altıncı yaşını anlatırken karşılaşıyoruz ilk kez, ninesi torununun ağzının kenarından akan şekerli suyu parmağıyla tekrar ağza tıktığında keyifleniyor kız, yıllar sonra Bruno’dan da aynı şeyi yapmasını istemek geçiyor aklından. Zamanda ani sıçramaların yanında kısa cümlelerin, üslubun anlatı boyunca devam etmesini süregelen travmaya bağlayabiliriz, babanın yokluğuyla birlikte ailenin dağınıklığı Carlson’ı ömrü boyunca aynı biçimde anlatmasını sağlar. “İçin” veya “yüzünden” gerçi, kıskacından kurtulmaya çalıştığını görmeyiz anlatıcının, Bruno belki en önemli şansıydı ama bu kez avcının elinden kurtulamayacak. Kulaklarda sürekli bir uğultu, durmadan bakan gözler, odalarda ayak sesleri. Orada olmayan bir şeyin mekanda kapladığı alanın, sahip olduğu hacmin gürültüsü, Carlson aklını kaçıracak gibi olduğunda yıkımına sarılır ki varlığını bir şekilde sürdürsün, neden bütün dolapların ve kapıların kilitli olduğunu düşünsün, ninesinin yürüyen anahtarlık gibi şakırdayarak dolandığını düşünsün, ne bileyim, celladına gülümsesin. Anlatısının derinliğini sağlasın bir de, ninesi okumaya meraklı bir kadın olduğu için torununa bir dünya öykü okuyor, Carlson fabllardaki hayvanlarla kendini özdeşleştiriyor da neden insanların yerine koyamıyor kendini, bunu da düşünmeli. Kurguda yaşamaya daha yetenekli, gerçekse avcı tarafından avlanmış bir kere, belki bu. Dünyası şöyle: “Akşam, derimiz yanar, gözlerimiz kızarır, sarhoş gibi olurduk. Ama çarşaflar yanaklarımın altında hiçbir zaman böylesine yumuşak olmazdı, anneannemi öldürmek hayaliyle tatlı bir uykuya dalardım.” (s. 25) Deniz kıyısında uzunca bir tatil, geçen günlerin ömrü eksiltmediği zamanlar ama kız huzur bulamıyor bir türlü. Yaşanacağını düşündüğü bir facianın öncesinde hiçbir şey yapmayarak bir anlamda öldürmeye çalışıyor da, dedesinin sakarlığı yüzünden nine ölüme yaklaşsa da hiçbir şey olmuyor ve kızın gözlerindeki parıltıdan ne düşündüğünü anlıyor nine, hiçbir tepki vermiyor. Birbirinin gözünden nefreti okuyan insanların tuhaf bir şekilde tepkisizlikle, suskunlukla dayanıştığı ilişkiler ağı, sevgiden yoksun. “Ne olduğunu bilmediğim bir şeyi, kim olduğunu bilmediğim birini tek başıma bekliyordum. Kimse gelmiyordu. Çocukluğun karanlıklarındaydım, mürekkep lekeli, sessizlikte boğulmuş bir gecede. Ve bu gece daha çok uzun sürecekmiş gibi geliyordu bana.” (s. 27)

On iki yaşındayken uğultular artıyor, Carlson’ın yaşamı bir yandan zorlaşırken sosyalleşme çabaları meyvesini veriyor ve Nathalie’yle arkadaşlık edip normalleşmeye çalışıyor kız. Fas’tan ailesiyle birlikte gelen Nathalie bir süreliğine en yakını olacak kızın, birlikte araştırma yapıp savaşların nedenini inceleyecekler, İkinci Dünya Savaşı’nın Japonlarla ilgili kısımlarını araştırıp Tsurukawa Oshi’nin güncesine ulaşacaklar. Babasını öldürenin Oshi olduğunu düşünüyor Carlson, öylesi duyarlı bir ruhun babası gibi iyi bir insanı ortadan kaldırmaya değer olduğunu düşünüyor. Babanın yerine Oshi, aileden gördüğü muameleyle kabus gibi bir baba tabii. Annenin psikolojisi iyice bozulduğu için Carlson iyice yalnız kalıyor, bir gün Nathalie’yi eve getirdiği zaman annesiyle tanıştırmaya çalışıyor ama kadının hiçbir tepki vermediğini görünce kışkırtıyor hemen, babasının fotoğrafını Nathalie’ye göstererek kadını yerinden uğratıyor, Nathalie gördükleri karşısında dehşete düşüyor ve kaçarcasına çıkıyor oradan. Her yakınlaşma çabası güdük, bir noktada işleri rayından çıkaran Carlson yenilgiye çocukluğundan itibaren alışmaya başladığını düşünüyor. Nathalie bir süre sonra tekrar yakınlık gösterse de ailesinin tekrar Fas’a taşınmasıyla arkadaşının yaşamından tamamen çıkıyor. Başka bir evrenin başlangıcı bu, annesine tutulan zengin bir adamın aldığı evde yaşamaya başlayan Carlson liseden arkadaşlarını evinde toplamaya başlıyor, Bruno’yla bu dönemde yakınlaşıyor. Bir süre sonra üniversitede matematik öğrenmeye başlayınca yaşamının doğrultusunu belirlediğini düşünüyor, güzel olduğunun ilk kez farkına varsa da dişlerinin korkunçluğu yine çekingenliğe yol açıyor ama Bruno tutkuyla seviyor kadını, cinselliği ilk kez deneyimleyen Carlson adama tutulmadan önce Bruno çoktan kararını vermişti, birlikteler. Yıllar geçerken Bruno müzik eğitimi alıyor, Carlson akademik kariyerini sürdürüyor ve olabildiğince yakınlaşıyorlar ama kadının yaşamının dışına çıkamıyoruz hiçbir zaman, Bruno bile anlatılamayacak kadar uzaktaymış gibi görünüyor. Milano’da eğitimini sürdürmek isterken askere alınması, günlerini evden uzakta geçirmesi ve fiziksel görünümü değişmiş olarak dönmesi aslında büyük bir şok yaratmayabilirdi ama Carlson’ın duyduğu uğultu, yaşamını mahveden avcı tam bir yabancılaşmaya yol açıyor, cinselliğin sekteye uğraması ilk adım. Birbirlerinden yavaş yavaş uzaklaşacaklar, Bruno’nun gizlice aldığı ses kaydını bestesinde kullanması Carlson’ın ipleri iyice koparmasına yol açacak. Bruno’ya göre çaldığı bir yaşam yok, sevgilisinin kendi eserinde sonsuza dek yaşamasını istiyor sadece. Bambaşka bakışlar ayrılığı getiriyor nihayet, Bruno hep gitmek istediği İtalya’ya gitmeden önce birlikte yaşayabileceklerini söylüyor ama niyeti yok Carlson’ın, Paris’te kalıyor ve öğretmenliğe başvuruyor. Matematiğin anlatıda yeri Carlson için pek bir önem ifade etmeyen diğer ögelerin yeri kadar, avcının katılığı yüzünden anlatıcı hiçbir akışkanlığa sahip değil, çatlak yok, yaşam bu hikâyeye ancak avcının müsaade ettiği ölçüde giriyor. Öğretmenlik de hemen sonlanıyor mesela, kadın onlarca veletle uğraşmak istemediği için istifayı basıyor ve üvey babasının tavsiyesiyle veri işlem eğitimi almak üzere ülke dışına çıkmaya karar veriyor nihayet. Öncesinde iki vaka var, biri 1968’in bol protestolu ortamında Carlson’ın kendine yer bulamaması, diğeri de intihara teşebbüsü. Bruno’yla son kez seviştikten sonra arabasına atlıyor, gaza basıyor ve karşıdan gelen kamyonla çarpışacakken ellerinin istemsiz hareketiyle kurtuluyor. Avcı uzaklaşıyor nihayet, Bruno’nun hikâyeden çıkmasıyla da ilgili ama Carlson’ın yaşamıyla ilgili nihayet kesin fikirlere sahip olması daha etkin gibi gözüküyor. Sonda bir numara var, hastanede yatan Carlson uğultuyu uzun zamandan sonra duymaya başlıyor ve panikliyor ama sesin kaloriferden geldiğini söylüyorlar, bilemiyoruz sonucu.

Hikâye ve anlatım şahane. Triolet, de Beauvoir, Charles-Boux ve Duras’dan sonra ülkesinin en prestijli edebiyat ödülünü kazanan beşinci kadın Roze, metinleri tez çevrilmeli.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!