Mason Currey – Günlük Ritüeller II

İlk kitaptaki 161 kişiden sadece 27’si kadın, Currey günah çıkararak sadece kadınların ritüellerinden oluşan bir metin hazırlamış bu kez. Sürekli zaman yaratmaya çalışan, doğru ruh halini yakalamak için uğraşan okurlar için yol gösterici hikâyeleri derlediğini söylüyor. Uşağı, hizmetçisi, evi barkı olan erkeklerin başarılarından çok saçını süpürge eden eşlerin dünyalarına giriyoruz bu kez, gölgede kalma tehlikesinden bir türlü kurtulamayanların yanında sanata odaklanıp aile yaşamını ikinci plana atanlar da var, ödün veriliyor mutlaka. Susan Sontag uç noktalardan biri, insanın bir noktada yaşamı ile projesi arasında seçim yapmak zorunda kalacağını söylemiş, seçimi ikinciden yana. Çocukluğundan itibaren kütüphaneye kapanıyor, yazarların dünyalarına giriyor ve başka bir şey yapmak istemiyor. İstediği hayatı sürdüremeyeceğini düşünmemiş hiç, hayallerini gerçekleştirene kadar vazgeçmemeye karar vermiş. On yedi yaşında evleniyor, eşi kendinden on bir yaş büyük bir sosyoloji eğitmeni. Üniversiteli entelektüeller olarak yaşamları başta heyecanlıymış ama ihtirastan yoksunmuş, bu yüzden Sontag boşanıp oğluyla birlikte New York’a taşınıyor ve her şeye baştan başlıyor, çok az parası olmasına rağmen nafakayı ve çocuk bakım desteğini reddediyor. Editörlük, ses getiren bir roman, denemeler, sonrasında durup dinlenmeden çalışmakla geçen bir yaşam. Bir haftada yirmi Japon filmi izleyip beş Fransız romanı okumacalar, günde bir kitap okuma hedefleri, hepsi tamam. Oğluna göre Sontag baştan ayağa hevesten ibaretmiş, ilgisini çekmeyen bir şey yokmuş, her şeyi öğrenmeye çalışırmış. Yalnız kalıp çalışmayı sevmesine rağmen insanlarla vakit geçirmekten de hoşlanırmış, bu yüzden masaya her gün oturup yazmak yerine belirli günlerde 18, 20 ya da 24 saatlik kamplara girip kendini tüketircesine yazarmış. Böylesi bir yaşamda yetişemediği şeyler oluyor, oğluna yemek pişirmeyip ısıtırmış örneğin, House’un deyişiyle Tanrı mikrodalgayı Sontag gibiler için yaratmış olsa gerek. Oğlunu paltoların üzerinde büyüttüğünü de söylüyor Sontag, gittiği partilerde çocuğu paltoların üzerinde uyuturmuş. Aralıksız yazma konusunda Sigrid Nunez’in tanıklığı da ilginç, bir metninin son sayfalarını yazarken yemek yememiş, uyumamış, günlerce kıyafetlerini değiştirmemiş Sontag, sigarasını yakmak için bile duramıyormuş, on yaşındaki oğlu yanında durup yakıyormuş. “Sontag genellikle ilk taslağı yatağa uzanıp elde yazar, sonra masanın başına geçip daktiloyla veya daha sonra bilgisayarla yeni taslaklar oluştururdu. Yazmak onun için kilo kaybetmek, sırt ağrısı, baş ağrısı, parmaklarda ve dizlerde ağrılar demekti. Sontag fiziksel bakımdan kendini daha az cezalandıracak şekilde yazmak istediğini söylerdi ama alışkanlıklarını değiştirmeyi asla cidden denememişti; sürecin biraz kendine zarar verici olmasına ihtiyaç duyuyor gibiydi.” (s. 129) Çileciliğe çoğu sanatçı yaslanıyor, bir nevi kendine meydan okuma. Sınırlarını görmeye çalışanlar en iyi fikirlere böylesi zorlayıcı bir eylemin sonunda vardıklarını söylüyorlar. Bugün Robin Williams’ın yaşamını anlatan belgeseli izledim, Williams da benzer bir şeye değiniyor, sınırın ötesine atlamakla ilgili. Cüret edenler, tutkuyu yaşatanlar giderek büyüyorlar, hemen hemen bütün sanatçıların değindikleri bir mesele. Yalnızlık bir de, metinlerinden biri İthaki tarafından basılan Octavia Butler’ın çalışma prensipleri de dikkat çekici. 1954’te yazmaya başlıyor Butler, on iki yaşındayken. Televizyonda izlediği filmdeki hikâyeden daha iyisini yazabileceğini düşünüyor, başlarda dergilere korkunç öyküler gönderse de uğraşını sürdürerek başarıya ulaşıyor. Genç yazarlara tavsiyeleri arasında “esini falan boşvermek” var, birkaç yazarın hayatına bakıp ne zorluklarla sınandıklarını öğrenmeyi de öneriyor. Asosyallikten memnun Butler, zamanının büyük bir kısmında yalnız kalabilirse insanlarla daha iyi geçinebildiğini söylüyor. “‘Önceden bu beni kaygılandırırdı, çünkü ailemi kaygılandırırdı. Ama sonra şunu fark ettim: Ben böyleyim. Hepsi bu kadar. Hepimizin bazı tuhaflıkları var, benimki de bu.’” (s. 25)

Virginia Woolf sabah ondan öğlen bire kadar düzenli bir şekilde yazıyor, yazamadığı günler kendini azarlıyor. Eşi Leonard’ın desteği olmasa çok zorlanırdı muhtemelen, bu programın işlerliğini Leonard sağlıyor. Evlenmelerinden bir süre sonra Virginia’nın sinir hastalıkları baş gösterince Leonard eşinin yazmayı sürdürmesi için elinden geleni yapıyor. Ablası Vanessa Bell’le konuştuktan sonra çocuk yapma fikrinden vazgeçiyor Woolf, hamileliğin yıkıcı etkilerini atlatamayacağını düşünüyor, bütün enerjisini yazmaya ayırıyor. Bu rutin Woolf için ideal, romancının başlıca arzusunun olabildiğince bilinçsiz kalmak olduğunu, kalıcı bir uyuşukluğun yazar için gerekliliğini anlatmış bir konuşmasında. Dünyaya kurmacacı gözüyle bakmak böyle bir şey olsa gerek, yazar kendi ruhu dahil her gizemi kurcalamalı, ani keşifler anlatıyı/yaşamı sürüklemeli. Woolf banyoda kendi kendine konuşurmuş sürekli, sanki banyoda iki üç kişi varmış gibi, uşak anlatıyor bunu. Sosyalleşme sorunu Woolf’ta da var, insanların evine gelmesinden hoşlansa da gitmelerine bayılıyor. Ziyaretçilerden biri E. M. Forster, yalnız başına bırakılmaktan hoşlanmamış hiç, gazetelerine dalan Woolf çifti bir süre sonra kendi odalarına çekilerek çalışmalarına dönmüşler, hiç kimse çalışma saatlerini bölemiyormuş. Simone de Beuavoir ve Sartre çiftinde de aynı durum yaşanıyor, ziyaretçileri umursamadan işlerine gömülebiliyorlar. Çocuklu ailelerde işler değişiyor, kadınlar ev işlerini halledip çocukları okula bırakmak için erkenden kalkıyorlar, odalarına kapanıp çalışacakları saati özlemle bekliyorlar. Ressam, heykeltıraş Lila Katzen oyun oynamak isteyen çocuklarına boya kalemi ve kâğıt atıyormuş, süper taktik. Görsel, dijital sanatların öncülerinden biri olan Eleanor Antin iyi özetliyor aslında, hayatında en çok önem verdiği şey sanat olduğu için yaşamının geri kalanını son derece basitleştirmiş. Eşini gerçekten seviyor, oğlu ve gelini var ama ailesine vakit ayıramıyor, ders vermekten ve sanatla uğraşmaktan başını kaldıramıyor. “‘Kişisel hayatınızı öyle bir örgütlemelisiniz ki olabildiğince az vakit alsın. Yoksa sanat yapamazsınız. Ayrıca şayet bir sanatçıysanız, kim ne derse desin, bir sanatçıyla evlenmelisiniz. Evlenmediyseniz unutun sanatı filan. Bir sanatçıyla evli değilseniz eşinizle ne konuşacaksınız?’” (s. 208) Isabel Allende’nin rutinlerine bakalım, her kitabına ocağın sekizinde başlıyor, 1981’de ölüm döşeğindeki büyük babasına yazdığı mektup ilk romanı haline geldiği için bir nevi batıl inanca dönüşmüş bu yazmaya başlama işi, Allende hayatını bu tarihe göre düzenliyor, o gün her şeyle bağlantısını keserek aylar boyunca ortadan kayboluyor. İlk kitabı Ruhlar Evi‘ni yazarken bir okulda idareci olarak çalışıp iki çocuk büyütüyormuş, geceleri ve hafta sonları yazabiliyormuş ama rahatlamış bir süre sonra, çok disiplinli bir adam olan büyük babasının etkisi yavaş yavaş azalmış, kendini zorlamıyormuş artık. Tom Amca’nın Kulübesi‘nin yazarı Harriet Beecher Stowe, 1841’de kocasına gönderdiği bir mektupta yazı yazabilmek için kendisine ait bir odaya ihtiyacı olduğunu söylüyor, Woolf’a ilhamdır bu belki. O sıralarda dergilerde öyküleri yayımlanıyor Stowe’un, ilk kitabı da yayımlanıyor ama yazarken çok zorlanıyor. Dört çocuğa bakmak, evi çekip çevirmek neredeyse bütün zamanını aldığından bulduğu en küçük boşlukta yazıyor, günde aşağı yukarı üç saat. Meşhur kitabı yayımlandığı yıl 300 bin satınca ev işlerini yapmasını bekleyen kocası bu kez ev işlerini hafifletmek için elinden geleni yapmaya başlıyor. Hoş. Agnes Varda’ya göre “süperkadın” olmak gerekiyor. Aynı anda birkaç yaşamı birden yaşayabilmek, çocuklardan ve eşten kopmamak, film çekmeyi sürdürmek Varda’nın bu konuda yetenekli olduğunu gösteriyor, 1974’te iki çocuğuna bakarken Alman televizyonunun siparişi üzerine film çekmeye niyetleniyor, bunun için evine bir elektrik kablosu alıyor ve kablonun ulaştığı yere kadar gidip çekim yapmaya karar veriyor. Mahallenin satıcılarının günlük hallerini çektiği Daguerreotypes nam belgeseli ortaya böyle çıkıyor.

Çözümlerini üretiyorlar, kapanıyorlar ve çalışıyorlar, sanatla uğraşan kadınların mücadelelerinin özeti. Çok zor, zor olduğu kadar tatmin edici. İradeliler, ne istediklerini biliyorlar. Yüzden fazla hikâye, muhteşem bir esin kaynağı, on numara kitap.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!