Martin Walser – Ürkmüş Bir At

Arka kapakta Helene’in de orta yaşını çoktan geçtiği söyleniyor, doğru değil bu, sevgilisi Klaus’tan on küsur yaş genç olduğuna göre yirmilerinin ortasında genç bir kadın Helene, yirmi iki yaşındayken Klaus’un yörüngesine girdiğine ve bu olayın üzerinden dört yıl geçtiğine göre yaşı yirmi sekiz çünkü matematiğim süper. Gerçi burada bir tuzağa düşüldüyse eğer, anlıyorum, Walser bu yaş farkına hemen hiç değinmiyor ki Helene’in sondaki tiradı daha bir vurucu olsun, tirat gelene kadar yaşı muhtemelen unutacağımız için sorun olmuyor. Tabii artık unutmazsınız, sorun olacak. Metni birkaç ay sonra okursanız sorun olmayacak. Benim için iki gün falan bu süre, herhalde yiyeceğim tek kalıcı spoiler Titanic‘in sonunda geminin battığı olur. “Dünyalar Savaşı‘nda dünyalar savaşıyor.” Hmm. Yani Walser’den Fink’in Savaşı‘nı okuduğumda yazarın psikolojiyle içli dışlı olduğunu bilmiştim, bürokrasiyle savaşını obsesifleştiren Fink o donukluğunu ve kararlılığını diyeyim, aile yaşantısında ve arkadaş ilişkilerinde de sürdürüyordu, içine de iyice bir bakabiliyorduk ve takıklığından ötürü dehşete düşüyorduk çünkü yıllar boyunca süren, karşı tarafı bezdirdikçe bezdiren ama bir türlü sona erdirilmeyen bir savaş vardı, iktidar el değiştirdiği için Fink’in işi bir türlü olmayınca avukatların da işin içine girdiği, büyüdükçe büyüyen kriz bir türlü çözülmüyordu. Kafka’nın karakterlerinin ölümüne mücadele ettiklerini düşünün, Fink onların toplamından da fazlasıdır. Hasılı bu romanında da farklı bir biçimde çarpıştırıyor karakterlerini Walser, bu kez yetersizlik, üstünlük, duygusal bağlılık gibi meseleleri mesele ettiği için ortada mesele var. Nedir, epigraf Kierkegaard’dan, belirli kişilerin görüşlerini çatıştırdıkları zaman “görüşlerin kendine tanıklık etmesi”ne dair. Biri diğerine üstünlük sağlarsa herhangi bir aydınlanma çıkmaz buradan, Kierkegaard böyle buyuruyor ve Walser anlatısını bu esas üzerine inşa ediyor. Esas adamımız Helmut’la sevgili eşi Sabine’in ilişkilerine bakalım önce, zıtlıklarını hemen belirleyelim. Tatile geldikleri sayfiye yerinde dolanırlarken Sabine ansızın kalabalıktan çıkar ve kimsenin oturmadığı bir masaya çöker. Helmut’un ilk işi kafedeki sandalyelerin küçük olduğunu ve asla en önde oturmayacağını düşünmektir, Sabine’in eylemlerini eleştirmeye ayarlıdır adeta. Sabin bunu bilir, “Helmut’u hedefleyen bir hoşnutluk ifadesiyle” sevgili eşine bakar. Helmut özgür iradesi elinden alındığı için mutsuzdur, eşiyle konuşmak zorunda olduğunu düşündüğü için mutsuzdur, on beş yaşındayken Nietzsche ve Kierkegaard okuduğu için mutsuzdur ama genel olarak elde ettiğinden kurtulamadığı için mutsuzdur, bir de kendisi olmaktan. Klaus ve Helene’le karşılaştıktan sonra düşüneceği gibi kendisiyle maskeleri arasındaki mesafe ne kadar artarsa o kadar mutlu bir adamdır Helmut, kendisini tamamen açmadıkça yara almayacağını, kendisi hakkında ne kadar az bilgi verirse o kadar az zarar göreceğini düşünür. Anlatıcı sağ olsun, bir iki yarasını göreceğiz ama fazlasını göremeyeceğiz, bu bir novella, anlatılan zamana olabildiğince çakılı bir novella üstelik, fazlası yok. Helmut’un kaynak kodunu taşıyan şu kısmı vereyim: “Ya öğretmen olmak istemiş miydi? Herhangi bir kimse, bir şey olmak ister mi? Bu hâlâ bilinmeden kalma özleminde, daha genç olma arzusu dile gelmiyor muydu?” (s. 13) Kimlik yoksa yaşlılık da yok, her şey olası. Alışkanlıklarından kurtulamadığı için her an tetikte Helmut, bedeni gençliğini göstermiyor artık, tütün ve şarap tiryakiliğinden de geçemediği için huzursuzluğundan sıyrılamıyor. Sabine bu oyuna iştirak ediyor, eşinin huyunu bildiği için üzerine pek gitmiyor açıkçası, Helmut aşırıya kaçtığı zaman hafif darbeler indiriyor bir. Özellikle karşılaşmadan sonra.

Klaus ve Helene ortaya çıkmasa çatışma da olmayacaktı, çatışma olmasa yine Helmut’un dünyasına girerdik ama birbirlerini ezmeye çalışmadan düğümü nasıl çözeceklerini bilemezdik tabii. Klaus ve Helene de numunelik, coşku dolu bir ilişkileri var. Aşırı dolu. Klaus gayet dinç, kırk altı değil de yirmi altı yaşındaymış gibi görünüyor, spor yapıyor, zararlı alışkanlıkları yok. Helene onun genç versiyonu, Helmut’ta bir iki istek uyandırıyor ama esas etki Klaus’un Sabine’de uyandırdığı. Helmut genel olarak kayıtsız kalacak buna, Sabine etkilendiğini açık açık söylediğinde pek takmayacak çünkü derdi kendisiyle Helmut’un, özellikle yirmi küsur yıllık okul arkadaşıyla kıyasa başladığında. Cinsellik ön plana geliyor ara ara, geçmişe gidip ergenlik zamanlarında mastürbasyon yaptıkları zamanları görüyoruz. Helmut’un organı pek, ne denir, verimli değil, boşalma sonucu şu duşlardaki üç yüz delikli su ayarının foslattığı su gibi geliyor menisi, oysa Klaus tüm çekincelerine rağmen gayet başarılı, bu yüzden kendine güveni tam. Okuldayken de Helmut’u kendinden üstün görürmüş, bir iki örnek olaydan sonra Helmut’un okuldayken de Klaus’tan, daha doğrusu Klaus’un sahip olduğu imkanlardan nefret ettiğini görüyoruz, adam arkadaşının evine gidip gizli gizli izliyor olup biteni, Klaus olayı bilse Helmut’un yangın çıkarmadığına şükrederdi. Bütün bunları anımsatmaya çalışıyor Klaus, geçmişi o güne getirerek genç kaldığını göstermek istiyor ama Helmut herhangi bir şekilde tanımlanmayı reddettiği için hiçbir şey hatırlamadığını iddia ediyor, geçmişi tamamen silmeden kurtulamıyor kişiliğinden. Dayanamayacak gerçi, Klaus’un hatırlayamadığı bir ayrıntıyı neredeyse istemsizce hatırlattığı zaman oyun oynadığı ortaya çıkacak ama önemsemeyecek Klaus, anlatıdaki karakterler sadece kendilerini onaylamaya çalıştıkları için bir diğerinin arızasına dikkat etmiyor. Sabine hariç, gece Helmut’la sevişmek istediği zaman adamın geçmişteki başarısızlıkları engel, Helmut’un belirginleşmeye başlayan travmaları yüzünden isteği yok. Diğer yanda Helene de benzer bir çatışmanın içinde, sona kalsın.

Üç gün boyunca birlikte zaman geçirirler, küçük tatsızlıklar çıkar ama üzerinde durulmaz. Romanın adı Klaus’un ne kadar atletik olduğunu göstermek için biniverdiği attan geliyor, Klaus atı kaçırıyor veya at Klaus’u kaçırıyor, artık hangisiyse, yorgun argın geri dönen attan inen Klaus köylülerin yadırgayıcı bakışlarını hiç umursamadan, tatmin olmuş bir şekilde muhabbeti sürdürüyor. Ürkmüş bir at. Düşününce iki karakter de uyuyor bu tabire, Klaus’la Helmut’un çıktıkları göl sefasından anlaşılabilir. Kadınlar yok, erkekler tekneye atladıkları gibi açılıyorlar ve Klaus ilk kez kendini açıyor, aslında gösterdiği kadar öz saygısı yok, yıllar önce olduğu gibi tekrar Helmut’a ihtiyacı var. Helene’e ikide bir kendisini sevip sevmediğini sorması, Helmut’la Sabine’in köpeği Otto’dan ölümüne korkması gösteriyor zaten bunu, açığa çıkıyor nihayet. O sıra fırtına patlak veriyor, Klaus ölümden korkmadığını ve hâlâ genç olduğunu göstermek için tehlikeli hareketler yapıp tekneyi tehlikeye sokunca Helmut bir katakulliyle işleri düzeltiyor, Klaus’un denize düştüğünü görüyor. Sonrası patlama ânı denebilir, Helene ikisinin kaldığı yere gelince işlerin Klaus’la ne kadar zor olduğunu anlatıyor, anlatırken giderek histerikleşiyor. Korkunç bir ilişki: Helene müzik eğitimi alırken Klaus’un telkiniyle bırakıyor müziği, zaten bir halt olmayacakmış Klaus’un dediğine göre, o zaman birlikte tuhaf tuhaf kitaplar yazabilirlermiş. Yazıyorlar, sonra Klaus parazitliğini artırıyor ve kadından sürekli onaylanmayı bekliyor. Sürekli. Onu seviyor mu Helene, seks iyi mi, her şey nasıl? Öldüğünü düşündükleri Klaus kapıdan girdiği zaman dönüşümü de şahane Helene’in, aslında Walser bu kısmı kısa keserek ders gibi bir bölüm sunuyor okura. Klaus fırtına gibi girer içeri, Helene’e hemen gitmeleri gerektiğini söyler, Helmut’a bir kez bile bakmaz. Helene şaşırır ve sevinir hemen, Klaus’u izler. Bir daha karşılaşmayacaklar, çiftlerin hikâyesi burada bitiyor. Bitmiyor da benim pilim bitiyor.

Okumuş insanların güvensizlikleri, tasaları, dertleri. Adamların patolojilerini merak edenler okuyabilir, toksik erkek ifşası bu roman.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!