Ozan Can Özübal – İtlaf

Dünya boku yemiştir, Rick ve şürekâsı oradan oraya göçüp gittikleri yerleri rüsva ederek hayatta kalmaya çalışırlar. Bir noktada yollar ayrılır, Daryl motorcu çetesine girer. Böyleydi galiba. Yolda Rick’e rastlarlar, Rick’in arkadaşlarını rehin alırlar. Biri kurtulmaya çalışır, sümsüğü geçirirler. Bir başkasının boğazına maçete dayarlar. Çetenin başı Rick’i ketenpereye almıştır, adama şimdi ne halt edeceğini sorar. Rick beklenen son şeyi yaparak hayvanlaşır, zombileşir, adamın gırtlağına dişlerini geçirir ve hart diye ısırıp çart diye koparır adamın etini damarını. Diğerleri hemen harekete geçer, çeteyi hacamat ederler. Rick’in oğlu babasının kana bulanmış, hayvansı haline biraz korkuyla bakar. İdeal şartlarda korkulan varlığa dönüşen insanı garipser ama hayatta kalmak, intikam almak veya en basitinden tatmin olmak için yapılacak başka bir şey olmadığını da kanıksar. Metni bu münasebetle ele alacağım, esas oğlan Toprak’ın insana yaklaşımının değişmesiyle köpek hırsızı Mahir’in hayvana dönüşmesi anlatının temelinde yer alıyor. Başlangıçta kısa bölümlere yer verilmiş, anlatının geri kalanıyla bağlantısızmış gibi görünse de insanla hayvan arasındaki bir iki koşutluk benzetmelerle ortaya çıkarılıyor. Deniyor ki beden ruhun bencilliklerine boyun eğen bir attan farksız, at yorulmuyor da her sızdıran deliği kapatmaya çalışan beyin. Bu yüzden her koşu önce kafada kazanılıyor, yalanlar su geçirmiyor, delikleri tıkamak için kullanılabilir bu delikler. Aforizmalardan gına gelir hemen, bu kısa bölümlerin bir şekilde metne yedirilmesinin daha iyi olacağını düşünebilirim çünkü şu nedir, anlatıyla ilgisini nasıl kurabiliriz: “Yüz duyguların anüsüdür; ya onları dışarı çıkarır ya da kabız eder. Sizi veya karşınızdakini, ne fark eder.” (s. 11) Düşünmeyebilirim çünkü yine şunun nedirini bir şekilde bağlayabilirim anlatıya: “Su akışkandır. Yapışkan değildir ama bu kimseyi aldatmasın. Ondan büyükseniz siz onu yutarsınız, değilse o sizi. Havasız bırakır, ta ki siz aslında balık olduğunuzu itiraf edene kadar.” (s. 10) Fragmanlardan oluşan, parçalı metinler tamam, bunca poza ne lüzum? Ne karakteri, ne olay örgüsünü, ne herhangi bir şeyi besliyor. Salvo, tutarsa. Bu parçalar yavaş yavaş esas mevzuya doğru geldikçe çerçeve çıkacak ortaya, mesela köpeklerle sahipleri arasında efendiyle köle arasındaki ilişkiyi anıştıran bahis uygun, sonra anlatıcının gecenin karanlığında yanarak koşan bir köpeğin iPhone’uyla fotoğrafını çekeceğini söylemesi gösteriden ötesini göremeyene iyi bir eleştiri, yeri varsa. Hikâye kurtaracak, bir iki falsoya da tamam. Anlatıcı, insanın bir insanı ne zaman öldüreceğini sorup örnekleri sıralıyor, bir türlü tatmin olmayan müşteriden yanlış nota basan basçıya kadar uzun bir listeleme. En sonda John Lennon’ı öldürmek var, çok sevildiği için. Aslında bütün bu giriş bölümünü alıp bir Ozan Çınar metnine dönüştürmek çok daha iyi olabilirdi, tam onun kalemi çünkü. Biz kovalamacaya bakalım, Toprak bir adamı kovalıyor, kovalarken yine böyle isyanlarda, yıkıklığa dair düşüncelerde. İlginçtir, kaçan adamın kucağındaki köpek Toprak’la kardeşi Oğuz’un köpeği, aslında Oğuz’un köpeği çünkü çocuk köpeği olmadan var olamayacak gibi. Güç veriyor muhtemelen, kaçan adam topallıyor gibi görünse de hızla uzaklaşıyor Toprak’tan, üstelik köpek 50 kilo. Toprak çok yorulmuş, botlar koşmasını zorlaştırıyor ve aralarındaki farkın kapanmasını “aynı kutuplu mıknatıs” olmaları engelliyor. Benzetmelerle mantıksızlığı örtmek, tamam. Kaçan adam tarlaya dalıyor, ayakkabılarını çıkarıp koşmaya devam ediyor. Toprak çıkarmıyor ve bacakları “ters dönmüş iki çikolatalı dondurma külahı” haline geliyor. Veya atom bombası mantarının kahverengine bulanmış halinin tersten görünüşü de diyebiliriz, açıkçası yerine başka bir şeyin rahatlıkla gelebileceği şeyi metne alıp almamak, işte bütün mesele. Kaçağımız karanlıklara karışır, Toprak pes eder, defalarca pes ettiği söylendikten sonra bu peslerin devamı, eylemler, düşünceler sıralanır, Toprak’ın yenilgisinin farklı yüzlerini görmek güzel oyun.

Sabah olunca Toprak uyanır, ayçiçeği tarlasında kendisine dönen yüzlerden koca bir utanç çıkarır kendine. Kardeşi Oğuz’a bütün olanları anlatmak zorunda olduğu için daralır, Oğuz’un halini anlatmaya başlar. Tanıştıklarına nasıl anlatıyorsa öyle: Oğuz üç yıl veya daha önce balkondan düşmüştür, düşerken başını vurmuştur ve kayışlarından birkaçını koparmıştır, artık bazı şeyleri karıştırmakta, karışmayanları da yakmaktadır. Piromanyaklığı ayyuka çıkınca bir şeyleri yakmasın diye ateş çıkaran her şeyi saklarlar ama o yine bulur, bu yüzden beyaz eşyaları gridir, evleri is kokar biraz, sürekli başka bir eve göçmek zorunda kalırlar. Babaları defolup gitmiştir, kafayı vurma hadisesinden sonra deniz kenarındaki Ç.’ye taşınmışlardır anneleriyle birlikte. Toprak hemen iş bulur kendine, tüfeğiyle sokak köpeklerini itlaf etmeye başlar. Vurup öldüremediği bir çoban köpeğini kardeşine getirir ki biri mental, diğeri fiziksel açıdan iyileşsin, birbirlerini iyileştirsinler. Yaraları derindir çünkü anne de gitmiştir bir gün, o ağır yaşama dayanamayıp denize açılmıştır ve geri dönmemiştir bir daha, Toprak babalıktan sonra annelik rolüne de bürünmek zorunda kalır. Eve dönerken hırsızın bıraktığı ayakkabılara bakar ama göremez onları, evsizin biri alıp giymiştir de Ç.’nin en kalabalık camisinde namaza durmuştur veya kahvede okey oynuyordur belki, hikâye böyle küçük küçük yalpalar, iyidir ama bu da nesi, ansızın: “Ayakkabı kişisel eşyalar içerisinde en kişisel olanıdır belki de. Kadınların onlara düşkünlüğünün temelinde yatan duygu da budur. Bir ayakkabının sivri burunlu ya da yusyuvarlak oluşu arasında bir kavgaya direkt dalmak ya da kenardan yürümek kadar net bir fark vardır.” (s. 37) Hmm. Toprak eve gelir, gözü gibi baktığı motorunu “boynundan sürükleyerek bir hayvan leşi gibi” dışarı çıkarır, maksadı gezinip köpeği bulmak. Gittiği bir yer var dağlarda, bazen dört gün orada kalıyor, hayatın anlamını düşünüyor ve aynı anda hayatın anlamını düşünen insanlardan biri haline geliyor. Çok insan bunu düşünüyor ki dünyada aynı anda 28.000 kişi aynı anda mastürbasyon yapıyor, korelasyonu anlamayan da artık, ne bileyim. Toprak’ı seyir halindeyken bırakıp Mahir’e geçiyoruz sonraki bölümde, kucağında Oğuz’un köpeği. Akşamına köpek dövüşlerinin yapıldığı mekana götürüp öldürtecek hayvanı, başka türlü para kazanıp bir halt olamayacak. Annesi babasının ortağıyla yatmış, baba bunun üzerine intihar etmiş, yine süper dramatik bir geçmiş. Kazanıyor ilginçtir ki, köpeği çok zengin bir adamın köpeğini haşat edince çok zengin adam silahını çıkarıp kendi köpeğine ateş ediyor, Mahir’in de kafasına çarpıveriyor bir tane, bayıltıyor çocuğu. Talihsiz dostumuz gözlerini bir un kamyonetinin arkasında açıyor, yanında iki köpeğin leşi. Hava almıyor içerisi, Mahir de leş gibi kokuyor, köpeklerden farksız. İki günlük yolculuktan sonra kamyonetin kapıları açılacak, o sırada Toprak iki gündür yürümekte. Neredeyse hiç arkadaşının olmadığı ve konuşmanın insanın kendisine ve çevresindekilere uyguladığı şiddet olduğuna dair bir şeyler var niyeyse. Neyse, Toprak kamyoneti buluyor, kapıyı açınca köpek leşlerini ve Mahir’i görüyor. Köpeklere neden dikkatle bakmadığını anlamadım ama olur öyle diyoruz. Sonra Toprak hemen Mahir’i taşımaya başlıyor, gencin aslında kim olduğunu öğrenince Oğuz’u da suç ortağı yapıyor ve Mahir de içindeyken evi yakıyorlar. Arada bir yerde Mahir kimin insan kimin köpek olduğunu sorguluyor, Toprak kendisine namluyu doğrulttuğu zaman, böyle kimlik geçişleri de var. Anlık.

Kısacası iyi bir fikir ama çok kötü bir uygulama. Yazarın diğer kitaplarını denk geldikçe okurum ama, merak ettim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!