Magda Szabó – Yavru Ceylan

Gizike’nin ayakkabılarını giyen Ezster yıllardan sonra bir kilisiye adım atıyor, hıçkırıkları Vanya’nın onda en çok beğendiği şey. Bir böcek, Ezster’in babası hemen familyayı söyleyip yolcu edermiş böceği, diz çöküp incelermiş, daha hızlı gitmeyen hayvana saygı. “Babamı herhalde sevecektin, kendisinden sana hiç söz etmedim, çünkü ben ne sana ne de başkasına hiç kimseden, hiçbir şeyden mümkün olduğu kadar söz etmem.” (s. 12) Kiminle konuşuyor Ezster, biyografisinde yazılanların yalan olduğunu, kendisi hakkında söylenenlerin doğru olmadığını kime söylüyor, isimleri geçen insanların kim olduklarını neden açıklamıyor, öyle. İçin uçurumuna düşen monolog sabit hızda, ulaşabileceği en yüksek hıza ulaştığına göre düşüş bir süredir, e Pipi kim? Hikâye ortaya çıkacak, Ezster patlama noktasına hiçbir zaman getirmediği yaşamının parçaları anılarının kapsadığı zaman aralıklarından bir bir silkeleyecek. Sanattır, öz kontrol, âşık olunan insana hemen hiçbir şey anlatmayacak kadar sıkı sıkı tutmak kendini, dip ve pik noktalardan anlatı kurabilmek. Ne çok travma, Ezster’in donuk dünyası. “Sen” girdiği zaman hikâyenin ortasına, yılları aşan sıçramalarla yetişkinliğe dönüş: Oyuncu Ezster, Shakespeare’in nesinde hangi rol, kalabalıklar tanıyor onu, biyografisi bile var. O parıltının altında çocuk Ezster: soylu bir ailenin yoksul çocuğu, geride pek bir şey kalmayıp ferah zamanların anılarıyla yetinmeye çalışınca giderek solan yaşamlar, şatafatın son izleriyle teselli. Bölüm yok, başlık yok, paragraflarda kronolojinin esamisini yakalayınca bırakmamak lazım, kaçıp gider. Çağrışımları, zamanın neresinden neresine geçişlere tutunmalı, ayakkabıdan ayakkabıya mesela: Gizike’nin verdikleri hemen İrma teyzenin verdiklerine çıkar. Orta okula başlayacak Ezster, kunduracı Ambruş’a gidip mumlanmış ip alıyor ki ayakkabılarını dikebilsin. Karşılığında ne yapsın, domuzları besleyebilir. “Bulamaç kovasını kaldırıp o iki kocaman pis hayvana taşıyarak tahta perdenin üzerinden dökünceye kadar canım çıktı, kapıdan girip yalaklarına yaklaşsam beni yere yıkıverirlerdi, çaresiz paravanadan dönecektim.” (s. 13) Domuzların eşelendiği çamurdan şıkır şıkır giyinmiş insanların dünya para vererek önünde dizildiği sahnelere, yol uzun, ayakkabı küçük. İrma teyze gelmiş o akşam, durumları biraz daha iyi, işe yaramayacak bir hediye var cebinde hep. Kırmızı boncuklu kolye. Ayakkabıdan önce doğru düzgün bir eteği bile yok kızın, böbürlenmeye fırsat çıktı. İrma eski ayakkabılarını yolluyor, dolapta kuruyacağına yeğeni giyebilir. Gri süetten süsü var, simsiyah, pırıl pırıl ayakkabılar yüzünden okulda uyarı alıyor Ezster, öyle yetişkin şeylerini giymek uygun değilmiş. Öğretmen adını soruyor, söylüyor Ezster, sonra bir daha konuşmuyorlar, konu hiç açılmıyor çünkü üst sınıftan çocuklarla dolu okulu Ezster’in dedesinin babası kurmuş, okula adını vermiş, “düşen” toruna zorbalık yapılmayacak. “Akşamları annem ayaklarımı yıkarken şişmiş, ezik parmaklarımı görünce ağlardı. O zamanlar birbirinden küçük, birbirinden eşsiz dört çift ayakkabım vardı. Teyze öldüğünde ilk duyduğum his bir rahatlama oldu: O! Bundan böyle bana ayakkabısını vermeyecek!” (s. 16) Teyzenin ara sıra ortaya çıkacağı çok boşluk var, ne kadar anlatılırsa anlatılsın hep bir boşluk kalıyor hayatta, özellikle Ezster gibi pek de güvenilmeyecek bir anlatıcı söz konusuysa. Kiliseye gitme sebebini anlayabiliriz en azından, “Sen”e hitap ederken geçmiş zamandan çıkamıyor bir türlü, yeni yaşantılar için zaman kalmamış artık. Eskileri eşelemek biraz da bundan, Ezster’in her sokağa, her binaya, Sovyet tanklarına, sahnenin tozuna iliştirdiği özlem büyük. Babası avukat, gerçi tam anlamıyla bir avukat değil, avukat ama daha çok hukuk müşaviri denebilir, ücretsiz veya çok az bir ücret karşılığında kapı açık. Herkese yardım eden babaya kimse yardım etmeyince evin geçimi anneye kalıyor, kadın yorgun, babaya bir şeyler getiren köylüler olmasa piyano dersleri veren anne var. Bombalar cabası. “Savaş sırasında evimiz bombardımanda harap olmuştu. Sana onu hep göstermek isterdim: ancak benim evvelce orada büyüdüğümü de sezdirmeksizin. Görögök meydanından sazlığa saparken yüzünü görmek isterdim. Orayı nasıl bulurdun acaba? Bizim sokağın adı bile yoktu: ‘Taş Bent’ derlerdi.” (s. 18) Şöyledir belki, geçmişi onca sakladıktan sonra “Sen”in ölümüyle dengeleyici dış basınç ortadan kalkmış, iç patlayıp bu hikâyeye dönüşmüştür. Arsadaki yıkıntılar bile yok artık, Ezster şehri mi geziyor, geziyor, çocukluğunun kırsalını şehir yutmuş artık, en sonda mezarlığa gidip annesiyle babasının mezar taşlarına da anlatacak yaşadıklarını. Önceki gece Gizike’den dinlemiş Emil’in sonunu, bir insan can düşmanının kardeşinin akıbetiyle ilgili hiçbir şey bilmeyebilir ama çocukluk arkadaşının büyük aşkını nasıl fark etmez, çocuklukta da körlük. Aile muhasebesi: herkes ölü, kaçak, mahpus, bir Judit kaçabilmiş Amerika’ya, o kadar. Emil direnişçilere katılmadan önce öğrenciydi, ortadan kaybolduğunda hapishaneye atıldığını öğrenmek bile rahatlatacaktı, öğrenip öğrenmediklerini hatırlamıyorum. Fırtınaya bakıyorum ben, bilinç estiğinde kinden göz gözü görmüyor, Ezster’in bütün akrabalarına duyduğunu söylediği kin bir babasına uğramıyor herhalde. Anneannesi de kinli, memuriyete yanaşmayan babanın “Yahudiler gibi avukat oluşunu” bağışlamamış, anne de yalvarıp yakarmış ama bildiğinden şaşmamış adam. Ezster babası öldükten sonra annesiyle oturur, uzun uzun konuşurmuş babasıyla ilgili, kadını hüngür hüngür ağlatasıya.

Angela Graff tam ortada mı duruyor, belki de “Sen”le Ezster’i durmadan kesiştiren o. Önce annenin piyano öğrencisi, sonra Ezster’in okul arkadaşı, en son da “Sen”in eşi olarak karşımıza çıkıyor. Tam bir kurban, o kadar iyi, yetenekli, zengin, kirletilmesi gereken azize. Ezster bütün yoklukları, uçurumunun sebebi olarak Angela’yı bilecek, çocukluktan itibaren ona olabildiğince yakın olmaya çalışacak, iğrenmediği zamanlarda. Düşman bellediği kızın yaşamını mahvetmek için çalışmaya ara verdiği zamanlar üniversite yılları olmalı, böylece eğitimine odaklanıp oyunculuk için kullanıyor bütün enerjisini Ezster, nefrete ayırdığı emeği sahneye aktarınca en iyilerden biri oluyor. Şans eseri tekrar karşılaştıklarında “Sen”i elde edebilmek için görünürde pek az şey yapsa da hayatını adadığı amaç belli artık, tanıdıkları uyarsa da Angela’nın evliliğini yıkarken kimseyi dinlemiyor, bildiğini okumaktan başka hiçbir şey yapmayacak. Azizenin yaşadıklarını bilmiyoruz, her şey olup bittikten sonra karşılaştıkları zaman hafif bir baş selamı, biraz tebessüm, yıkılmaz bir insanlık abidesi. Sırf varsıllıktan mı, Ezster’in öfkesi varlığa mı yoksa Angela’ya mı, maddi durumu düzeldikten sonra da anlatmıyor. “Sen”den başka yavru ceylan da var, Emil getirip Angela’ya hediye etmiş, Gizike’yle Ezster’in yakınlığının sebebi buysa yıllar sonra karşılaştıkları zaman garsona selam vermeyen, uzun uzun bakışmalara rağmen ağzından tek bir laf bile çıkmayan ve arkasını dönüp giden meşhur oyuncunun takıntısını biraz daha anlarız. “Emil, Angela’nın ailesinden varlığına katlanabildiğim tek kişiydi. Domi amcadan nefret ederdi, İlu teyzeden ve Elza’dan da, içlerinden yalnız Angela’yı severdi. Şimdi yaşasaydı yanında olurdu, onu yatağına yatırır, ona bakar, öyküler anlatırdı. İyi ki ölmüş.” (s. 41) Saf öfke, sırf Angela’nın yanında olamadığı için iyi ki ölen Emil, dost. Angela’yla ceylanın ortalıkta dolandıklarını görür Ezster, bir gün ceylanı peşine takıp yabanın içine doğru yürür, çocukluğunu orada öldürmediyse de geriye dönemeyeceği noktayı geçer artık. Boncuk gözlü güzel hayvan kulaklarını titretiyor, düğme burnunun hemen çürüyecek olması yazık.

En civcivli zamanlarında Macaristan, on numara kurgu, hocamız Szabó.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!