A. S. Byatt – Sahipler

Bright Star‘ı izlerken Keats’in dönemiyle ilgili çok az şey bildiğimi her sahnede boşluğa düşerek fark ettim, o zamanlar -hem benim filmi izlediğim 2010 civarı hem İngiltere’nin 1800’lü yılları- şairlerin gezindiği bahçelerde Pan’ın ağaç altlarını mesken bellediğini, imge dolu dilin aşkın dili olduğunu bilmiyordum, gündelik yaşamın teatralliği kurmacanın dışına fırlatıyordu beni. Zamansallık. Carlo Ginzburg. “Şarap rengi deniz”in esas rengi. Kavramların güncel anlamı, tarihsel düzlemde anlamın değişimi. Batan gemiyi seyredenin olmaması, olması. Denize açılmanın tanrılara isyan anlamına gelmesi. Bilişsel yeti, veri, dünya genişledikçe anlaşılıyor: başka zamanların başka anlamları vardır, insanlar o anlamlarla kurulurlar. Doppler etkisi var burada da, yakın geçmişin tonu daha tiz, duyulabilir, üç kuşak öncesinin yaşamı bizimkinden pek uzağa düşmez ama ara açıldıkça, dalgaların vuruşu geciktikçe yabanda ilerlediğimizi hissederiz, açıklama olmadan anlaşılması zor pratiklerle karşılaşırız. Düşüncede zaten böyle, felsefenin sayısız kavramı için sayısız dipnot gerekir, biz iki şairin seyrini takip edeceğimiz için Victoria Çağı’nın toplumsal yapısını, şiirini bilsek fena olmaz. Mesela lisede Karamazov Kardeşler‘i okumuş, hiçbir bok anlamamıştım çünkü ne anlatının geçtiği dönemi bilirdim ne de bilmek isterdim, günde on saat “sis atma oç” yazdığım zamanlardı. Neyse, şu da var, 1860’lardan bir aşk hikâyesini anlayabilmek için “teorinin cini”ni maşrapaya geri sokmak gerekiyor, Byatt’ın alttan alta verdiği mesaj. Maud’un göstergebilimsel çözümlemeye girişip tadını kaçırdığı fotoğrafı hemen kendi zamanına yerleştirmeye çalışması, tabii aslında kendi zihnini de o zamana uyarlamaya çalışması sosyal bilimlerin “birazcık” aşırı yoruma yol açtığını sezdiriyor, yani feminist okumaya elverişli nüveler elbet vardır eski metinlerde lakin çağın ruhunu kaçırma pahasına metni ve anlatıyı teorilerle deşmek, eh, eleştiriliyor çünkü ne Randolph Henry Ash çağına tamamen uyup mitolojiden başka bir şey görmüyor ne de Christabel LaMotte lezbiyen ve feminist olduğu için kadın çalışmalarının yıldızı. Edebiyat tarihini değiştirecek büyük keşfin arifesinde Roland çakıyor kıvılcımı, yirmi dokuz yaşındaki yoksul akademisyen yarı zamanlı işler kovalayarak sevgilisi Val’la birlikte yarım yamalak yaşarken kütüphaneye kapandığı günlerden birinde Ash’in kitaplarından birinin arasından düşen mektupları incelemeye başlıyor. Yedi yüz sayfalık canavar uyanıyor bu noktadan sonra, 1980’lerin sonundan 1860’lara gidip geliyoruz, mektuplarda yazanları birleştirmeye çalışırken iki şairin soyundan gelenlerin çekişmelerine şahit oluyoruz, yeni mektuplar ve tarihî öneme sahip nesneler ortaya çıktıkça hikâyenin bilinmeyen kısımları yavaş yavaş aydınlanıyor, şiirlerdeki paralellikler üzerinden okumalar görünenden çok daha fazlasının olduğunu sezdiriyor araştırmacılara, dallı budaklı bir kurgu. Ne diyeyim, geçmişin dünyası daha bir iyi kurulmuş ama aynı şeyi yakın tarihi kateden anlatı çizgisi için söylemek zor. Byatt akademik atmosferi, çekişmeleri başarıyla yansıtmış, Roland’la diğer akademisyen Maud arasındaki ilişkiyi sıkı örmüş, bu ikisinin yüz yirmi yıllık takıntılarındakine benzer bir aşkı devşirmeleri de tamam, bunların dışında Val’ın hiç ağırlığı yok, hele Roland ortadan kaybolduktan sonra Val’ın takılmaya başladığı zengin avukat tamamen hukukî meselelerin açıklanması için yaratılmış gibi duruyor. Göze parmak yoksa, hani metnin kötü adamı olarak belirlenen Amerikalı zengin akademisyen parayı bastırıp mektuptur kolyedir her şeyi ele geçirmeye çalışıyor, zengin avukat Yanki olmadığını kanıtlamak için sanat sepet bildiğini göstermeye çalışıyor Val’a, lüzumsuz. Denge bozuk yani, bir tarafta Romantik şiirlerin, sayfalar dolusu mektupların, yerlerine şöyle dolu dolu oturan karakterlerin dünyası, diğer tarafta havada süzülen, hırsları dışında herhangi bir derinliği olmayan karakterler. Val’la Roland’ın ayrılıkları saçma sapan tartışmalarıyla sınırlı kalmayabilirdi, Lacan kukan uzmanlarının kişilikleri bilgi topakları halinde kafaya düşmeyebilirdi, Byatt diğer çizgiye ağırlık verdiği için buranın polisiyesi sakil kalıyor az. Umberto Eco’ya teşekkür etmiş Byatt, romanı kafada kurmaya başladığı sırada etrafındakilerin elinde Gülün Adı varmış, aslında bir parodi olarak düşündüğü bu metni malum metnin kurgusuna benzer şekilde çatmış. Hikâye yeterince sağlamsa her şeyi katabileceğini idrak etmiş Byatt, böylece anlatıyı istediği kadar genişletebilmiş. Christabel’in doğum yapmak üzere gittiği Fransa’da geçirdiği günlerin kaydını şairin misafir olduğu evin kızı tutuyor, günlüğe de bulaşıyor metin yani, türler arasında yolculuk.

Anlatamayacaklarımı düşünüyorum, Christabel’le Randolph’un ilk mektuplarındaki tedirginlik, ilk karşılaşmalarındaki heyecan, Christabel’in babasından dinlediği masalların Kelt mitolojisiyle bağlantıları ve kadının yazdığı şiirlere, ondan önce yaşamına yansıması, Randolph’un sürekli değişen sabitlik teorisi, teorinin dağlarla, taşlarla, dizelerle ve antik çağlarla bağlantısı, daha da gider böyle. Spoiler vermemek için uğraşıyorum, metnin başında ayrılık mektuplarını okuyoruz, Randolph âşık olduğu kadının bütün mektuplarını iade ederken kendi mektuplarını geri almış ama kapanmayan bir dava var ortada. İkisinin birlikte çıktıkları geziden sonra Christabel’in ortadan kaybolduğunu, o dönem pörtleyen ruh çağırma seanslarından birine katıldığını görünce ölümden haberdar oluruz, hele Randolph’un toplantıya katılıp spiritüel ortamı mahvetmesi ve şarlatanlığı en ünlü şiirlerinden birinde işlemesi şahanedir, aslında Christabel’e tepkisini dile getirmektedir ama meselenin tam olarak ne olduğunu Maud’la Roland’ın buldukları yeni kayıtlardan öğreniriz, onlar da Christabel gibi Fransa’ya giderek araştırma yaparlar, buldukları günlükten anladığımız kadarıyla Christabel oraya çocuğunu doğurmak için gitmiş, Randolph’u ölümüne merakta bırakmıştır. Yorkshire’da bilimsel bir geziye çıkan Randolph taşların sesini şiirine yerleştirdiği sıralarda Christabel’i de çağırmış, birlikte gezinmişlerdir oralarda, bunu ikisinin şiirinde de yer alan aynı dizeden çıkardıkları zaman bizimkilerin heyecanı arşa. Dedektiflik aslında, yüz küsur yıl önceki bilmeceyi çözmeye çalışıyorlar, kovalamacalı bir oyun çünkü Roland’ın üniversiteden hocası, malum para babası ve Maud’un yakın arkadaşları onların peşine düşüyorlar, ses getirecek bir konu hakkında araştırma yaptıklarını biliyorlar çünkü. Aynı masaya oturup ne yapacaklarını tartışacak kadar fikir birliğine şıp diye varmaları biraz dandik, para babasının kilise mezarlığını basarak Randolph’la eşi Ellen’ın mezarını kazması bir o kadar dandik ama asıl dandiklik Christabel’in mirasçısı yaşlı adamın işi. Maud ve Roland işe iyice daldıkları sırada Christabel’in yaşadığı bölgede dolanıyorlar, Maud üçüncü veya dördüncü kuşaktan Christabel’in torunu bu arada, şans eseri rastladıkları tekerlekli sandalyedeki kadının eşi de Christabel’in akrabası ama ailenin iki kolu uzunca bir zaman önce ayrıldığı için birbirlerinden haberleri yok. Adamın evine gidiyorlar, huysuz herif biraz muhabbetin verdiği samimiyetle Christabel’in odasını açıyor bizimkilere, bir şiirden yola çıkarak oyuncak bebek yatağındaki şilteyi kaldırdıklarında Christabel’in mektuplarını buluyorlar. Büyük şaşkınlık tabii, müthiş buluş. Okuyorlar, sonra huysuz adamın insafına kalıyorlar çünkü istemese vermez adam, hatta tüfeği çekip vurur gençleri. Eksperlere telefon açıp mektuplarla ilgili bilgi alacağını, aklına yatarsa teslim edeceğini söylüyor. Mevzuya geliyorum, sonradan Maud’u tartaklamadığı kalıyor çünkü mektupların değeri bayağı yüksekmiş, en azından bizim zengin akademisyen öyle söylemiş, e bunlar dolandırıcı mıymış ki pahayla ilgili hiçbir şey söylememişler? Yani o kadar araştırma yaptın, eşine son model tekerlekli sandalye almak istiyorsun, evin dökülmesin diye boğazından kısacak noktadasın, mektupların ederini sormayı hiç mi akıl etmedin? Numara yapmıyor, gerçekten sormamış da mantık hatası yani, o kadar kurnaz birinin bunu sormaması mümkün değil.

Çok eksik kaldı, kapsayıcı bir değerlendirme için günler gerekir. Günlerce birlikte yaşamaktan keyif aldığınız karakterler vardır, okuduğunuz şey bitmesin istersiniz. Bu öyle bir metin ama sağlam okurluk gerektiriyor, sıkı da bilgi.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!