Lucy Cooke – Hayvanlar Âleminden Uygunsuz Gerçekler

Tam hayvan değil, tam insan da değil, şempanzelerin neliği anca geçtiğimiz yüzyılda anlaşılmış. Tembel hayvanı Püriten çalışma ahlakına uyduramadıkları için sevmemiş insanlar, yarasaları toptan kan emici olarak görüp lanetlemişler, akbabaların neden sevilmediği belli de şempanzeler kara kutu. 1600’lerde Afrika’ya giden esirler, gezginler sıkça gördükleri goriller ve şempanzeler için “sopayla fil dövme” ve “ağaç ev inşa etme” gibi hobiler uydurmuşlar, ikinci hobiyi Jules Verne romanlaştırmıştı da şempanzelerden ziyade Pigmelere benziyordu onun canlıları. Uzaktan böyle gözüken kuzenimiz 1738’de Londra’ya getirildiğinde İngilizler ne yapacaklarını bilemiyorlar, bir fincan çay ikram ediyorlar. Maymun çayı afiyetle içiyor ama iş sofrada yemek yemeye gelince, eyvah, bokunu eşeleyerek yemek çıkarmaya çalışıyor. Dönemin bilim dünyasını sarsması esas meseleye getirecek bizi, kafatası açıldığı zaman şempanzenin beyniyle insanın beyninin şaşırtıcı benzerliği Tanrı vergisi olduğunu düşündüğümüz üstünlük algımızı yıkmış bayağı. Darwin’le Sör Richard Owen arasındaki münakaşa meşhur, Owen’a göre insan beynindeki bir kısım şempanzede yok, “Darwin’in buldogu” Thomas Henry Huxley bu iddiayı çürütüyor, evrimsel akrabalığımıza dair teoriyi güçlendiriyor. Cooke hayvanları birkaç başlık altında incelediği için bu bahsi kapayıp hemen melezliğe, “insanze” kısmına geçiyoruz, İlya İlyanoviç İvanof’un deneylerine. Hans Friedenthal 1900’de insan kanıyla kuyruksuz maymun kanını karıştırınca antikorların birbirine saldırmadığını keşfetmiş, sonraki yirmi yılda dişi şempanzelere insan spermi aşılamak düşünülmüş ama İvanof’a kadar planlama aşamasında kalmış bu. Sovyetler Birliği’nin dinî düşünceyi yıkmak için giriştiği işlerden biri insanın kökeni sorununu ortadan kaldırmak, İvanof’a yol açılıyor böylece. Kendisi “zeşek” ve “zebrat” üretmiş, sırada “insanze” var. 1920’lerin teknolojisiyle başarılı olamamış, sonra etik sıkıntılar baş göstermiş, 1930’dan sonra da İvanof tutuklanıp Kazakistan’daki bir hapishaneye sürgün edilip hayatını kaybetmiş ama sonraki bilim insanlarına çalışmalarıyla ilham vermiş. 1970’lerde J. Michael Bedford erkeklere yönelik bir doğum kontrol yöntemi geliştirmek için spermin yumurtaya tutunma evresini araştırırken insan sperminin bir tek kuyruksuz maymun türü gibonun yumurtasına tutunduğunu gözlemlemiş. Embriyonun hayatta kalıp kalmayacağını bilmiyor tabii, diğer melez birleşimlerinde canlı yavrular kısır doğuyormuş, bazıları sağlıklı doğuyormuş ama arıza çıkma olasılığı yüksekmiş. Başka bir araştırmada moleküler saat kullanılarak insanlarla şempanzelerin genomları karşılaştırılmış, yeni ortaya çıkan iki türün cinsel ilişkiye girmeye devam etmiş ve bir süre boyunca melezler oluşmuş. “Atalarımızın en yakın kuzenlerimizin atalarıyla işi pişirdiği fikri bazılarının hoşuna gitmeyebilir ama Harvard-MIT ekibine göre bu melezlerin türümüzü ağaçlardan çıkarıp savanda yeni bir hayata adaptasyonlarını hızlandırarak evrim yolunda destek sağlamış olması gayet mümkün.” (s. 355)

Başka bir ilginç deney yine sınırları zorluyor, Oklahoma Üniversitesi’nden Maurice K. Temerlin henüz iki günlükken aldığı Lucy’yi ailesinin bir üyesi haline getiriyor, dişi şempanzeyi oğlu gibi yetiştiriyor. Yemek faslı iyi, işaret dili iyi, hatta kendi kedi yavrusunu bile büyütmüş Lucy. Alkolik olması tamamen Temerlin’in aptallığı, kendi oğluna verdiği gibi Lucy’ye de içki veren Temerlin bakıyor ki Lucy içki dolabını kurcalayıp kendi kokteyllerini yapıyor, bacaklarını uzatıp dergi karıştırarak keyif çatıyor. Daha da garip bir yere gidiyor mevzu, elektrik süpürgesinin sapıyla kendini tatmin eden Lucy’ye erotik içerikli dergi veriyor Temerlin, erkeklerin kilit noktalarını kuvvetle okşayan Lucy dergileri kullanılamaz hale getiriyor. Oldu olacak pantolonunu indirsin Temerlin, indiriyor ve bakıyor ki Lucy tarafından görmezden geliniyor, ensestin kalıtsal bir tabu olduğunu anlıyor. Sonrası facia, Lucy on iki yaşına gelip evin altını üstüne getirmeye başlayınca Gambiya’daki bir şempanze rehabilitasyon merkezine yollanıyor. Lucy’nin hissettikleri zaten anlatılamaz da o kadar süre yaşadığı evden doğaya dönüşünde hissettikleri hiç anlatılamaz, yıllar geçtikçe görülüyor ki o ortama uyum sağlamak mümkün değil Lucy için. Bir süre sonra elleriyle ayakları kesilmiş halde bulunuyor, kaçak avcıların marifeti. Benzer bir durum pandalarda da görülebiliyor, doğal ortamının dışında “üretilen” pandalar doğaya salındığında ölümüne dayak yiyor genelde çünkü sosyal bir şova dönüşen çiftleşme etkinliğinden önce erkekler meydan kavgasına girermiş, tecrübeli olanlar sosyallikten nasibini almamışları pat küt indirirmiş. Gözlem altındaki pandaların neden çiftleşmedikleri uzunca bir süre anlaşılamamış zaten, insanın yediği halt. Böylesi bir etkinlik gerçekleşmedikçe utanırmış pandalar, bir de kendi türünden izleyici olmasını tercih edermiş. İkisini bir yere kapatıp çiftleşmelerini beklemek boşa zahmet yani, doğal ortamlarının bir benzerini oluşturmak gerekiyor. İnsanlar eskiden panda yavrularının biçimsizliği yüzünden annelerin yavruları yalaya yalaya şekle şemale soktuklarını düşünürlermiş, kış uykusuna yatmadığını gördükleri zaman şaşırmışlar çünkü ayı değil mi bu, bütün ayılar kış uykusuna yatmaz mı? Yatmaz, pandaya “tembel ayı” denmiştir ama uzun süre uyumaz. Süs bitkisi olarak yetiştirilenlerin dışında Çin’in dağında taşında yaşayanlar bildiğimiz ayıya biraz daha yakın bir de, o kucakta pışpışlanan veya kütük gibi yuvarlananlardan başka panda görmediğimiz için asıl pandalar hakkında bir fikrimiz yok. Pandayı Çin’in dağında taşında göreceksiniz yani. Çok hızlıdır, et yer, bambu buldu mu bambu yer ama ete de hayır demez, bir de diplomatik amaçlar için kullanılmaz. Kucak pandaları Çin’in politik ilişkilerini belirleyen hayvan türüne dönüşmüş resmen, adamlar 1970’lerde ABD’yle temas kurdukları zaman hemen iki pandayı gönderivermişler. Karşılık olarak ABD iki misk öküzü göndermiş, uyuz hayvanlar. Bunun örnekleri geçmişte çok, mesela fil yolluyorlar, kaplan yolluyorlar, Avrupa’ya ilk kez gelen zürafa milletin aklını almış resmen.

Leylek faslında bu güzel hayvan yüzünden çıkan bilimsel tantanayı görüyoruz, Cooke’un bahsettiği diğer hayvanlar da tartışmalara yol açıp acayip uçuk teorilerin doğmasına neden oluyor ama leyleklerle ayrı bir seviyeye geçiyoruz. Boynuna saplandığı mızrakla Almanya’ya gelen bir leylek düşünün, bir Afrikalının ellerinden çıkan mızrağın orada işi? Kuşların ortadan kaybolup kaybolup durmaları Aristoteles’in ilgisini çekmiş ilk, açıklamalarından biri hedefi bulmuşsa da kendi dahil üzerinde kimse durmamış. Ey, bunların gittiği yeri bulmak lazım, göllerin dibine dalıp uyuduklarını söyleyenler de var ama en iyisi Ay’a göç fikri. Salem cadı mahkemelerinin aranan kişisi Cotton Mather’a göre Ay uzakmış biraz, belki henüz keşfedilmemiş bir uyduya gitmeleri daha olası ama Charles Morton kuşların Ay’a uçtuklarını iddia ediyor, hatta kendince hesap yapıp dört ayda gidip geldiklerini, uzay boşluğunda saatte 200 km hıza ulaştıklarını söylüyor. Aslında ne yaptıklarını biliyoruz, İspanya’ya çöplenmeye gidiyorlar artık. Zamanında halkalar takılmış, kuşların sıcak yerlere uçup geri geldikleri anlaşılmış da son yıllarda uyduların yardımıyla yapılan gözlemler İspanya’daki büyük şehirlerin etrafında oluşan devasa çöplüklere gittiklerini gösteriyor leyleklerin, hatta orada yıllarca kalan da varmış. Hangi metindi o, biraz eskiydi, martıların en sonunda çöplüklerden başka bir yere gitmeyeceğini söylüyordu bir karakter. Vecdi Çıracıoğlu’nun Serseri Standartları Sempozyumu‘nda, hah.

Hayvanları insan merkezli bir bakışla nasıl çarpıttığımızı, kibrimizi gösteriyor Cooke. Yaşlı Plinius’un, Linnaeus’un, bu çarpıtma işinin erbabı pek çok bilim insanının metinlerinde yazanlar günümüzün bilim insanlarının araştırmaları kadar ilginç neredeyse. Haksızlık ettiğimiz kesin, sırtlanları ve akbabaları, şempanzeleri ve su aygırlarını sevmeliyiz. Su aygırının en yakın akrabasının balina olduğunu söyleyerek bitireyim. At değil, domuz değil, balina.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!