Burak Akçapar – Halkın Fermanı: Balkan Savaşları’nda Hint Müslüman Tıp Heyeti

1912-1913 Balkan Savaşları’nda yaralanan Osmanlı askerlerini tedavi etmek amacıyla yola çıkan ekibin serüvenini Osmanlı-Hindistan ilişkilerinin tarihsel temelini açıklayarak anlatıyor Akçapar, Panislamizm’den proto-milliyetçiliğe dönüşüp Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmasına yol açacak ideolojinin neden 1800’lerin sonuna dek belirginleşmediğini de gösteriyor. Heyetin hangi şartlarda oluştuğuna iki taraftan da bakabiliyoruz, çok iyi. Osmanlı cephesinde kaybedilen bir savaş var, Bulgarların ilerleyişini güç bela durdurabilen Osmanlı ordusunun kolera, tifo gibi salgın hastalıklar yüzünden de kırılması basında yer bulunca Dr. Mukhtar Ahmed Ansari başkanlığında bir heyet toplanıyor ve İstanbul’a doğru yola çıkıyor, darbe arifesinde ulaştıkları zaman törenlerle karşılanıyorlar. Şahit olduğu Bâb-ı Âli Baskını’nın kısa sürede sonlanmasından, herhangi bir toplumsal hareketin gerçekleşmemesinden ötürü böyle şeylerin sıklıkla gerçekleştiğini, halkın her şeyi kanıksadığını düşünmüş Ansari, işlerin yavaşlamasına neden olan bürokrasiden de pek yakınmış, başka da olumsuz bir izlenimi yok Osmanlı’ya dair. Doğu-Batı sentezinin son kalesi, halifeliğin merkezi Osmanlı’nın emperyalizme karşı direnişini yakından takip etmelerinin sebebi kendilerinin de aynı savaşı sürdürmeleri, denge politikaları gereği yüzyıllar boyunca aynı safta yer alamamışlarsa da artık omuz omuza mücadele edebilirler çünkü İngiltere sırtını Osmanlı’ya dönmüş artık, Rusya’yı veya Balkan ülkelerini engellemiyor hatta paylaşıma katılıyor doğrudan. Panislamist politikalar güçlenebilir artık, özellikle II. Abdülhamid’in sürdürdüğü siyasi temaslar bir kardeşlerini bir ölçüde yakınlaştırıyor. Tabii ne oluyor, zamanında Osmanlı’nın Hindistan’a karşı İngilizleri tutması gibi Araplar da Osmanlı’ya karşı İngilizleri tuttukları zaman bu politika cortluyor ama bir süre iş görüyor açıkçası. Bu noktada tarihe dönüp bakmak lazım, mesele bayağı bir geriden başlıyor.

Gazneli Mahmud’un Hindistan’a düzenlediği akınlardan sonra Türkler o bölgede seçkinler kesiminin bir parçası oluyor, Babürlülerden önce oranın Müslümanları Türkler. Hemen bir kültür kaynaşması, Türkler ve diğer Müslümanlar Hintlileşiyor, Timur’un soyundan gelen Babür bu kültürel, toplumsal ve askeri yapıyla devletini güçlendiriyor. Ortak atalara rağmen Safeviler, Babürlüler ve Osmanlılar arasında birlik yok, mesela Babür’ün Semerkant’ı ele geçirmesini Özbekler engelliyor, diğer yanda Osmanlılar bir tampon olarak Özbekleri kullanıyor Safevilere karşı, ayrıca Timur’un Osmanlı’yı duman etmesinden ötürü Babür biraz da tepeden bakıyor Osmanlı’ya. Seydi Ali Reis’in 1555’te Delhi’ye varması iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin başlangıcı kabul ediliyor da Hümayun Şah ansızın öldüğü için bir ittifak oluşturulamıyor, Hümayun’un on dört yaşındaki oğlu Ekber’in niyetinden emin olamayan Osmanlı’nın ilişkileri derinleştirmemesini hata olarak görüyor Akçapar. Sonrasında Ekber’in halifeliğe göz koyması hatta Portekizlilerle Osmanlı’ya karşı bir sefer başlatma çabası ülkedeki Müslümanların itirazlarıyla karşılaşıyor, Ekber daha fazla meydan okuyamıyor. Osmanlı’nın Hint Okyanusu’ndaki varlığının sona ermesiyle bağlar biraz daha kopuyor, Şah Cihan’ın babası Cihangir Şah’ın 1608 ve 1615’te gelen iki elçilik heyetini aşağılayarak geri çevirmesiyle taraflar uzaklaşıyor ama gelgitli bir ilişki bu, Şah Cihan’ın rakibi Şehzade Baysungur’u desteklemeyi reddeden Osmanlı’yla Babürlüler arasında yakınlaşma politikası güdülüyor ama o da nesi, Kandehar’ı ele geçiren Babürlüler biraz da Osmanlılar yüzünden o toprakları İranlılara kaptırıyorlar. Yani siyasi oyunlar, diplomatik başarısızlıklar derken bir de İngilizlere karşı yardım isteyen Hint Müslümanlarına yardım etmiyor Osmanlı, İngilizler o sıra Rusya’nın Osmanlı’yı tokatlamasına engel olup kendileri iki fiskeyle lokmaya kondukları için Osmanlı’nın tavsiyesi Hintlilerin efendilerine karşı boyun eğmeleri yönünde. Rüzgâr başka yönden esmeye başladığında, Panislam birliği de özellikle Cemaleddin Afgani’nin savlarıyla hayal olmaktan yavaş yavaş çıktığında belki de ilk kez sağlıklı ilişkiler kuruluyor. Hint Müslümanları sömürgeci Batı’yı “hayırlı bir modernleştirme”nin mimarı olarak bakmamaya başlıyorlar, milliyetçi politikalarının tohumları atılırken önce emperyalizme karşı mücadele eden diğer ülkelerle, sonra Müslümanlarla bağ kuruyorlar. Panislamizm ve Müslüman enternasyonalizminin iç içe geçmiş yapısını pek iyi izah ediyor Akçapar, ben halifenin korunmasının başat hedef olduğunu belirterek geçeyim bu bahsi. Gazeteler, II. Abdülhamid zamanında alkol yasaklarından ahlaki davranış kurallarının dayatılmasına varan uygulamalar, yani “geleneğin icadı”, Hicaz Demiryolu, bu büyük projeyi engellemek için Bedevi Müslümanları kullanan İngiltere’ye karşı gelişen kolektif öfke gibi döneme dair pek çok öge nihayet somut bağlar oluşmasını sağlıyor. Hintli Müslümanlar kendi ülkelerindeki yayın organlarında İngiltere’nin Osmanlı’ya uyguladığı çifte standardı eleştiriyorlar, gerçi medeniyetin beşiği olarak gördükleri İngiltere’ye doğrudan bir saldırıları henüz yok ama su kaynıyor yavaş yavaş, denebilir ki Osmanlı’nın mücadelesinden örnek alacakları çok şey var. Duygular çok kuvvetli, demiryolu inşası için düğün dernekten kısıp altın yollamışlar, nakdi yardımlarda bulunmuşlar, Balkanlar yanarken de tıp heyeti göndermişler işte. Dahası, heyetteki Abdurrahman Peşaveri geri dönmüyor ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunda subay olarak çarpışıyor, 1919’da Mustafa Kemal’e katılıyor ve 1923’te Kabil büyükelçiliğine atanıyor. 1925’te Rauf Orbay’ın sağ kolu olduğu dönemde öldürülüyor ne yazık ki, aslında Rauf Orbay’ı hedef alan bir suikasta kurban gittiği söyleniyor. 1936’da Hindistan’a giden Halide Edip Adıvar, Milli Mücadele sırasında aynı karargâhta çalıştığı Peşaveri’yi unutmamış ve ailesini ziyaret etmiş, hoş.

Mektupları seyahatname parçaları olarak da görebiliriz, Ansari yazdıklarını Hindistan’daki Comrade nam gazetede yayımlayarak Osmanlı hakkında malumat veriyor. Yansız olduğunu söyleyemeyiz, maksat zaten belli olduğu için mektuplarda aksaklıklara pek az yer verildiğini göreceğiz ki heyetin Edirne’ye gitme sebebi zaten sağlık problemlerine karşı etkili bir mücadele yürütülmediğinin anlaşılması. Haydarpaşa’daki garı pek beğeniyor Ansari, hastaneyi daha da beğeniyor ve öve öve bitiremiyor. Öyle bir hastanenin emsaline Avrupa’da birkaç yerde rastlanabilirmiş, bölümler eksiksizmiş, son teknoloji sağlık ekipmanlarıyla donatılmış, yemekler iyiymiş ve en önemlisi hemşireler gayet eğitimli, sistemli bir şekilde çalışıyorlarmış. Heyete eşlik eden Besim Ömer Paşa’nın etkisi büyük, hemşire okulunu kuran Besim Ömer dönemin bağnazlığından ötürü Osmanlı’da ilk doğum kliniğini gizli gizli açmak zorunda kalmış bir aydın. Heyete faydası çok, sonrasında Gelibolu’ya ve Edirne’ye geçiyorlar, Anadolu’daki fabrikaları dolanıyorlar, Hereke’deki dokuma fabrikasına bayılıyor Ansari. Sapanca yakınlarına geldiği zaman gölün güzelliğine hayran oluyor ve ortamı İsviçre’nin dağlarıyla kıyaslıyor. Üretim iyi, bütün facialara rağmen devlet bütün gücüyle işliyor, merkezde bir karışıklık yok, cephede de hastalıkların tedavi edilmesiyle boğuşan doktorlar işlerini bilen insanlar, sadece işgalcilerle savaşmak için güç birliği eksik. Heyet kar fırtınasına tutulduğu Trakya’da pek çok hastayı iyileştiriyor ve sağlam bir ortalama tutturuyor, gerekli ekipmanın ve insan gücünün sağlanması durumunda çok daha iyisinin yapılabileceğini düşünüyorlar. Diğer yandan dil problemini bir türlü çözemedikleri için Türklerle istedikleri yakınlığı kuramıyorlar ama tercümanla az da olsa çözüyorlar durumu. Gönüller bir olmuş zaten, muhacirlerin acılarıyla üzülüyorlar ve Balkanlardan kaçıp gelenlerin hikâyelerini dinliyorlar. “Ekip üyeleri Türkiye’deki dindaşlarına karşı ne kadar olumlu bir eğilim içinde olursa olsunlar, Hint ekibinin kararlılığını asıl artıran Balkan muhacirleriyle ilgili kişisel gözlemleri olmuştu denilebilir. Zaten bu, Dr. Ansari tarafından da belirtilmişti. 30 Aralık tarihli mektubunda, her yaştan 1000 Türk muhacirle ve bu mülteciler arasında önde gelenlerden oluşan bir heyetle karşılaşmasını anlatıyordu. Balkanlar’da yaşayan Türklere karşı girişilen zulmü bildirdi. Hastaların ve yaralıların trenlerden atıldığını, kadınlar ve çocuklar dahil sivillerin öldürüldüğünü anlattı.” (s. 164)

Tarihin pek bilinmeyen bir parçasını titizlikle araştırmış Akçapar, keyifle okudum. Mektupların tamamı araştırmanın sonunda mevcut.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!