Türk Dil Kurumu Yayınları iyi derliyor böyle şeyleri, ben İsmail Abi’de bulup almıştım. İlk röportaj 1918’den, Ruşen Eşref’in has üslubu öyküyle röportajı karıştırıyor bir güzel. “Ahmet Haşim Bey” Rus semaverini kaynatıyor, odayı çaydanlığın ince emziğinden yükselen hafif dumanlar mis gibi kokutmuş. Haşim konuşmaya başlar başlamaz iğnelemeye başlıyor: “Çoktan beri taşrada dolaşıyorum. Edebiyat mesaili bizde biraz payitaht dedikodusu mahiyetinde bir şeydir bilirsiniz. Dışarıdakiler bundan haberdar değildir. Onun için size bu hususta söyleyeceğim çok şey yoktur.” (s. 1) Haşim askerliğini Çanakkale’de yaparken herkesin Tevfik Fikret okuduğunu söylüyor, Fikret’in vefat haberini getiren muvazzaf zabitin sesi titriyormuş, o gün karargâhta matem durgunluğu yaşanmış. Fikret’ten sonra Yahya Kemal ve Yakup Kadri çıkmış bir, Servet-i Fünûn döneminin yazarlarına ve şairlerine yaklaşabilen kimse yokmuş. “Genç sanatçı” söylemine dair bir soruya hoş bir cevap veriyor Haşim, genellikle aşağılama amacıyla kullanılan bu kalıbın bir geçerliliği yok, sanatta genç veya yaşlı olmak bir şey ifade etmiyor, sanatın efendileri ve köleleri demek lazım. Gazetelerde, dergilerde yazılanlar da doğru değil, piyasaya pek çok dâhi çıkarılıyor ama dâhiyane bir eser yok. Pek çok röportajda değinilen bir mesele bu, parlatılan onca sanatçının yarına kalacağına duyulan inanç az. İkinci Yeni’ye getirilen eleştiriler de bu minvalde biraz, heceye veya toplumcu gerçekçiliğe bağlı pek çok sanatçı anlamsız, laf ebeliğine dayanan şiirlerin yarınlara kalamayacağından bahsediyorlar, parlatılmaktan çok daha fazlasının olduğunu Erdost’un İkinci Yeni’yi ve dönemin ortamını anlattığı röportajında görebiliyoruz. Turgut Uyar’ın ilk kitaplarını basıp yeni şiirlerini basmayan Yaşar Nabi Nayır’ın tutumunu da ilk gruptaki görüşlerle birlikte ele alabiliriz, röportajında Varlık‘taki şiirlerin klişeleştiğine dair sorulan soruya şöyle cevap veriyor: “Ben, tersine, son yıllarda Varlık dışında ortaya çıkan bir akımın ürünü olan şiirler arasında daha kesin bir klişeleşme olduğu kanısındayım…” (s. 176) Çeşitliliği sağlayan Cumalı, Dağlarca, Ceyhun Atıf Kansu ve Sabahattin Kudret kurtarıyor dergiyi Nayır’a göre. Eh.
Tarık Buğra. Bir ödül için kendisini satan adamın yazar olamayacağını söylüyor, ardından kendi eserlerini Türkiye’deki seviye ile kıyaslamadığını söylüyor. Hiçbir zaman Türkiye’deki eleştiriciler eserlerini beğenip bir yere getirsinler diye yazmayınca dünya standartlarında metinler yazılabilir. “Aramadım hangi noktadayım Türk romanında… Düşünmedim düşünmüyorum da… Ama yaptıklarıma inanıyorum.” (s. 285) Küçük Ağa‘nın dünya romanında bir yeri var Buğra’ya göre, Gençliğim Eyvah ondan da iyi, benzeri gösterilemeyecek bir roman. İslâmi görüş de şart, Müslüman toplumu anlayabilmek için İslâm törelerine yaslanması lazım sanatçının, bunun yanında sanat eserini tamamen ideolojilere, görüşlere yaslamamak lazım, Buğra’ya göre doğru değil bu. Türk romanından bahsedilememesinin sebebi millî romanın teşekkülü için gereken bilim dallarının gelişmemiş olması, romanın zaafı yakın zamanda aşılacak gibi değil. Tanpınar’ın burjuva sınıfının olmadığı fikrini noksan, Cemil Meriç’in Osmanlı’nın kendi yara ve dertlerini teşhir hastalığına yakalanmadığı görüşünü yanlış buluyor Buğra, karakterlerin farklı açılardan ele alınamaması esas sorun. Toplumsal gerçekliği verebilmek için sosyolojinin, psikolojinin gelişmiş olması lazım, Buğra’ya göre gerçek diye bir şey olmadığı için gerçekliğin kurulması gerekiyor, bu kurgunun da insanı olabildiğince detaylı bir şekilde verebilmesi lazım. İki şey daha paylaşayım söylediklerinden, ilki genç yazarlar için önerilerinden bir bölümü: “Aforoz listesi kabullenmesinler, hayranlık listesi kabullenmesinler. Tekrar ediyorum bunu. Bunun da çaresi kafa bağımsızlığını, kişiliğini bulabilmesidir insanın.” (s. 293) Şu da ideoloji bahsinde geçiyor: “Marksizm büyük romancı yetiştirmemiştir, büyük eser vermemiştir. Bir tane göstersinler. İşte 1918, işte 1981.” (s. 292)
Refik Halit Karay, 1940. Pierre Louis’nin Afrodit adlı eserinin müstehcenlik nedeniyle mahkemelik olması saçma, eser tarihe uygun, dönemin hayat tarzını ve âdetlerini gayet güzel anlatıyor. Uluslararası çapta şöhretli bir eser, iyi de çevrilmiş, ötesi ilgilendirmiyor Karay’ı. Edebiyat hayatımızda muntazam bir çalışma yok Karay için, adaptasyon her şeyi berbat etmiş, Yakup Kadri kıymetinde bir yazar çıkmamış uzun süredir. Halkın sanattan anlamadığı da söylenemez, iyi metinleri tutan çok. Zorla orijinal olmaya çalışmak edebiyata zarar vermiş, yeni şairlerden Orhan Veli gösterdiği mantıksızlıkların ötesinde iyi yazıyor, onun dışında şair olarak bizde kimse yetişmemiş. Hatırlatıldığında Nâzım Hikmet’i ve Necip Fazıl’ı sayıyor Karay, Yusuf Ziya’yla Orhan Seyfi şiir namına pek bir şey yapmamışlar. Hikâyecilerden yana da şikayet var, bu alanda atılım görülmemiş. “Semaver müellifi” iyi ama Karay’a göre o zat tam olmayacak. “En beğendiğim olmakla beraber, tam olamayacağından korkarım.” (s. 76) Romancıysa hiç yok, eski romancıların seviyesine yaklaşan kimse çıkmamış. Bu konuda eski nesli kabahatli buluyor Karay: “Gençlerin yetişmemesine bir sebep olarak da bunu söyleyebilirim. Kendilerinden evvelki nesil, bugün edebiyata âdeta küskün. Falih Rıfkı, Ruşen Eşref, Yakup Kadri onları toplayabilirdi. Fecr-i Âti’yi kim tuttu? Bir zavallı Celâl Sahir öte taraftan ayrılmış, aramıza girmişti. Nazik sözleriyle bizi yetiştirdi. Biz zaten yetişecektik ama o yardım etti. Bizi civciv gibi etrafına toplamıştı.” (s. 76) Yakup Kadri’nin yüreklendirdiği yazarlar var gerçi, büyükelçilik döneminde İran’dan İsviçre’ye dolanırken mektup yoluyla olsun, yüz yüze görüşmelerle olsun yüreklendirdiği isimler mevcut, Karay biraz haksızlık ediyor sanki. Diğer ikisiyle ilgili bu konuda malumatım yok. Karay’ın kendi eserleri hakkında söyledikleriyle bitireyim: “Bana üslupçuluğu, teşbihleri, istiareleri artık bırak diyorlar. Fakat bu sema altında ve bu deniz karşısında bir İstanbul çocuğu kupkuru, kapkara basıl yazabilir? Biraz renk, biraz ziya, biraz oyun lazım.” (s. 78)
Ahmet Hamdi Tanpınar. Modern Türk şiiri Yahya Kemal’le başlıyor, sokağın ve evin dilini nazım diline getiren ilk adamla. Şiir bir form meselesi, Cahit Sıtkı ve Orhan Veli örneğinde görüldüğü gibi tamamen şahsi kaidelerle elde edilebilir, bunun yanında Nâzım Hikmet’in toplumculuğunda fertçi olmak isteyen şairden daha fazla fertçilik var. “Nâzım’ın Türk şiirindeki mevkii Yahya Kemal’den sonra en dikkate değer dil makinesini kuranlardan biri olması itibarıyla şüphesiz hiç de ihmal edilemiyecek bir şeydir. Fakat benim şiirden anladığım bir taraf daha vardır: Kanatlı söz. Acaba bu harikulâde dil ve bu muazzam çalışma yaşadığımız atmosferde kendi başına yaşayacak bir form hediye etti mi? Ben daima Nâzım’a hayran oldum. Fakat Haşim’in: ‘Yarı yoldanm ziyade yerden uzak, yarı yoldan ziyade maha yakın’ tecrübesi gibi.” (s. 98) Cahit Sıtkı’da bu kanatlı söz görülebiliyor, büyük şairliğin göstergesi. Şiirin halisi Cahit Sıtkı’da olduğu kadar Orhan Veli’de de var, Tanpınar hepsinin “virtüozitesine” hayran olduğunu belirtiyor.
Sait Faik’in Orhan Veli’yle yaptığı röportaj meşhur, internette bulabilirsiniz. Ataç’la aralarındaki dargınlık dozu kaçık bir eleştiriden kaynaklanıyor, röportajında Orhan Veli’yi tanımadığını ama iyi bir şair olduğunu söylüyor Ataç. Orhan Veli de aynı şeyi söylüyor, Sait Faik ekliyor: “Bari birisi lütfetse de şairle münekkidi birbirine tanıştırıverse. Daha doğrusu barıştırıverse.” (s. 103) Ataç’ın küslükleri meşhur, Tanpınar’la sıkı fıkılarken bir tartışma sonucu konuşmuyorlar bir daha, kaç yıllık dostluk askıya alınıyor. Melih Cevdet Anday’ın Ataç’ı darp etmesi de başka bir mevzu. Son olarak Orhan Veli’nin eski şiirlerini beğenmediğini söyleyeyim, halk edebiyatından beslenmeye başladıktan sonra ilk zamanlarki şiirlerini tutmuyor ama eskilikten silkinebilmek için o şiirleri yazması gerektiğini de kabul ediyor.
Kırk üç röportaj var, sonuncusu 1990’larda yapılmış. Merak edenler denk gelip okusunlar.
Cevap yaz