Jeremias Gotthelf – Kara Örümcek

Bellerophontes mızrağını aldı, Pegasus’una atladığı gibi Kimera’nın tepesine bindi. Çağlar geçti, Aziz George ejderhayı hacamat etti. Mitler biçim değiştirip dinî söylencelere dönüştü, kurmacanın ortaya çıkmasıyla birlikte iyi veya kötü kurgulanmış biçimde metinlere girdi. Albert Bitzius baba mesleğini sürdürerek papazlık yaparken müstear isimle -ilk metnindeki başkarakterin ismiymiş Gotthelf- kurmaca işine bulaşmış, bu mitik anlatıları kendi çağının koşullarına uyarlayarak kıssadan hisseli bir metin çıkarmış ortaya. Yankı Enki’nin sonsözü meseleyi iyi bir kurcalıyor, yorumlanması gereken bazı açıklamaları var gerçi ama Poe’nun öyküleriyle kurduğu paralellikler ölüm olgusu üzerinden Gotthelf’in dünyasına eklemlenebiliyor, anlatılar genişliyor böylece. Yine de bu karşılaştırmanın artalanı çok dar, Poe’nun meseleleri ölümün nihai bir son olmayabileceği üzerineyken -ki narkolepsiden mustarip olması bu izleğini anlaşılır kılıyor- Gotthelf daha derin bir kaynaktan besleniyor, çağlar boyunca biçimlenegelmiş ritüellerin, yasakların ve korkuların yansımasını metni oluşturan her ögeye dağıtıyor, hikâye anlatımından karakterlerin tepkilerine, gündelik yaşamda garipsenebilecek eşyaların/objelerin durumlarından yöresel tarihe kadar her parça hissenin yükünü sırtlıyor. Enki kadın karakterleri karşılaştırıyor gerçi, Poe’nun Ligeia’sı ve Gotthelf’in Christine’i arasında koşutluklar buluyor. Aynı dönemde yaşamış yazarlardan benzer kadınlar kurgulanmışsa da Christine’in derinliğine, anlatıdaki rolünün ağırlığına ulaşacak hiçbir kadın karakter yok Poe’da. “Karanlık kadın karakterler” çatısı altında toplanabilirler belki ama o kadar, zaten Christie’nin de pek karanlık olduğunu söyleyemeyiz, erkek egemen dünyada erkeklerin yalnız bıraktığı, Şeytan’la bir başına kalıp birlikte yaşadığı insanları kurtarmak için elinden geleni yapmış, sonrasında yine aynı erk tarafından yalnız bırakılmış, acısından ötürü yarı deli hale gelmiş bir kurbandır Christie, eleştirilen davranışlarının kaynağı yine toplumdur, kadınlığı değil.

Bunca şeyden önce hikâyeyi anlatmak lazımdı, şimdi anlatayım. Güneşin dağların üzerinde yükselmesiyle belirgin hale geliyor manzara, verimli topraklar göz alabildiğine uzanıyor, cennetten bir köşe sanki. Bereketli çimenlerin ortasında bir ev var, üzerinde pazar parıltısı asılı. Dinî ögeler daha en başta belirginleşiyor. Çanlar çalıyor, parıltılar Tanrı’nın varlığını imliyor, üstelik vaftiz edilecek bir çocuk var bu evde. Hanedeki ebe yemekleri pişiriyor, sofrayı hazırlıyor, vaftizden sonra tören yemeği tertiplenecek. Büyükanne beklenen misafirlerin nerede kaldıklarını merak ediyor, Tanrı’nın kimseyi beklemeyeceğini söylüyor. “Kuzen” lakabı takılan yaşlı bir vaftiz babası hazır bekliyor, genç vaftiz babası ve anası da hazır ama kiliseye götürmüyorlar anneyi, annelerin bir şeylerden sürekli endişelendikleri için kutsal havayı bozduklarından bahsediliyor, mazeret bu. Kadının geri plana atılmasıyla karşılaşıyoruz birçok yerde, bu da onlardan biri. Hemen ardından vaftiz anasının çocuğun adını unuttuğunu, telaştan delirmek üzere olduğunu görüyoruz, neyse ki papaz kendine olanca güveniyle çocuğun kulağına adı fısıldıyor da kadın rahatlıyor. Erkek olmasa bütün tören tökezleyecek. Neyse, tören bitiyor, eve dönüyorlar, Kuzen o zamanın kadınlarında iş olmadığını, tavuskuşu gibi giyindiklerini, iş bilmediklerini söylüyor. Vaftiz anası hemen karşı koyuyor ama yine erkliği destekler biçimde, babasına göre biraz daha sıkı çalışırsa annesi kadar becerikli olabilecekmiş, bundan ötürü övünüyor. Bu sırada yemekler yeniyor, yemek de topraklar kadar, Tanrı inancının getirdiği rahatlık kadar bereketli, herkes doyuyor ama yenecek daha çok şey var, sıradakiler pişene kadar yürüyüşe çıkıyor ahali, ağaçların altında oturuyorlar ve içlerinden biri evin kaba saba siyah kolonunun ne olduğunu soruyor. Yakışmıyor o atmosfere, kapkara bir şey. Şeytan’dan duyulan korku ilahi ışıkların altında huzursuz ediyor herkesi. Büyükbaba sazı eline alıyor, kolonun hikâyesini anlatmaya başlıyor. Nesilden nesle, babadan oğla aktarılan hikâye kamuya arz ediliyor, herkesin kendine bir pay biçmesi için. Çağlar önce Doğu’dan o topraklara, İsviçre’nin bulunduğu bölgeye gelen insanlar Sumiswald adlı bir şehir kurmuşlar, yerleşim çok eskilere dayanıyor yani. Howard’ın Kara Taş‘ındaki insanlarla aynı kökten geldiklerini düşünmek hoşuma gidiyor bu arada, neyse, tepede bir yapı var, hastaneye dönüştürülmeden önce kaleymiş o, Töton şövalyelerinin mekânıymış. Feodal düzen köylünün anasını ağlatıyormuş, şövalyelerin başındaki Hans von Stoffeln nam gaddar adam saçma sapan şeyler yaptırıyormuş bu insanlara. Kaleyi yapmışlar, üstüne bir de gölgelik yapacaklar ama hasat zamanı gelmiş, tarlalarında çalışmaları lazım. Yer gök gürlüyor, adam o gölgeliğin hemen bitirilmesini istiyor, aksi halde kırbaçlana kırbaçlana öldürülecek zavallı köylüler. Kaleden çıkıyorlar, kara kara düşünürlerken baştan aşağı yeşillere bürünmüş bir adam çıkıyor karşılarına. Esmer yüzünde kırmızı, ufak bir sakalı var, burnu eğik, çenesi sivri, beresinin üzerinde kırmızı bir tüy sallanıyor. Bu garip adam köylülere yardım teklifinde bulunuyor, vaftiz edilmemiş bir bebek verirlerse yüklendikleri bütün işi yapacak. Tipik bir anlaşma işte, söylencelerde dört yol ağızlarında yapılan anlaşmalara dair pek çok örnek var, hatta Paganini’nin böyle bir anlaşma yaptığından bahsedilirmiş, bu bahsin üzerine kurgulanmış on numara bir öykü de vardı Karanlıkta 33 Yazar‘da. Neyse, köylüler tırsıp uzak duruyorlar adamdan, iş bölümü yaparak hem gölgeliği hem tarlayı halletmeyi düşünüyorlar ama atları huysuzlanıyor, baltaları köreliyor, Şeytan burnunu sokuyor bütün işlerine, olmuyor yani. Süre azalıyor, panikliyorlar. Kırmızı tüylü adam yine ortaya çıkıyor ve yardıma hazır olduğunu söylüyor tekrar. Burada bir kırılma noktası var, Christine ortaya çıkıyor. “Christine evde oturup sessizce işlerini yapan, ev ve çocuk dışında hiçbir kaygısı olmayan kadınlardan değilmiş. Her daim olanı biteni bilmek iter, fikrini belirtemediği konuların kötü sonuçlanacağını düşünürmüş.” (s. 31) Cadı avı sırasında yakılan kadınların bir izdüşümü Christine, aile kurmamış, çocuğu olmayan, sürekli öğrenmek isteyen, tabiri caizse o zamanın bakış açısına göre “erkekleşmeye” çalışan biri, dolayısıyla karanlıkların kadını, habis, tekinsiz. Erkekler çil yavrusu gibi dağılırken Christine bir başına kalıyor Şeytan’ın karşısında, gerçekten kandırılamayan tek kişinin karşısında olduğunu biliyor, Şeytan’ı insan suretinde görünce küçümsüyor biraz da, teklifi kabul ediyor ve Şeytan bir öpücükle mühürlüyor anlaşmayı. Enki’nin saptaması oldukça yerinde, vampir anlatılarının temelindeki kan emmeyi, ölüm öpücüğünü önceliyor bu, tabii ritik edimin izini insanlığın ilk zamanlarına kadar sürebiliriz, göz yiyen insanların daha iyi görebileceğine dair inançlar ilk insanlardan beri var, bedenler arasında bir anlaşma niteliğinde. Bu öpücük olayına ritin modern versiyonu denebilir.

Anlaşma tamam, işler tıkırında, her şey yolunda. Bebek dışında tabii, anlaşmayı yapan Christine’e destek olan kimse yok, kadının yanağı gün geçtikçe şişiyor, içinden kıllı bacaklar çıkıyor, çünkü sözünü tutmuyor Christine, tutamıyor. İnsanların keyfi yerinde, anlaşmanın nimetinden yararlanıyorlar ama iş sözü tutmaya gelince kimse bebeğini vermek istemiyor. Christine hemen dışlanıyor tabii, günahı tek başına üstlenmesini istiyorlar. Kadının yanağından örümcekler çıkıyor, ruhu yanıyor, kemikleri kaynıyor falan, örümcekler hayvanları telef ediyor, her taraf çürümenin etkisinde kalıyor. Gerisi tipik aslında, rahibin teki çıkıyor, Tanrı’ya sığınarak kötülükle mücadele ediyor ve canı pahasına kötülüğü zapt ediyor, daha doğrusu kötülükle savaşan bütün insanlar zapt ediyor. Christine’in örümcekleşmesi metafor olarak anlamlı, aslında köylülerin örümcekleşmesi gerek ama o zaman kadının bir anlamda aşağılanması nasıl gerçekleşecek? En iyisi günah keçisi belirlemek, toplum için iyi bir savunma mekanizması.

Büyükbaba hikâyeyi bitiriyor, eve dönüp masaya kurulduklarında ikinci hikâyeyi anlatıyor. İlk olaydan iki yüzyıl sonra tepedeki gaddar şövalyelerin yerine iyilikle dolu olanları gelmiş, ortalık yatışmış, bolluk bereket gelmiş diyara. İnsanların kaşınması bitmiyor tabii, bu sefer yine kadınlar baş rolde. Hizmetçilerine kötü davranıyorlar, kendi çocuklarına köle muamelesi yapıyorlar falan, gerzeğin teki örümceğin hapsedildiği tahta parçasının kapağını kırıp salıyor hayvanı, esas oğlan yine canı pahasına koruyor insanını, böyle şeyler. Kıssadan hisselere bakarsak çocuklara sahip çıkmamız gerektiğini görüyoruz, ibadetimizi yapacağız, inanacağız, Şeytan’la anlaşmayacağız, anlaşanların semtine uğramayacağız, bizim için onca şey yapan insanların ölümlerine üzüleceğiz ve öldükleri için sevineceğiz, fedalar olmasaydı rahat edemeyecektik çünkü. Aslında alt metne bakarsak bencillikle dolu bir toplumun kadınları kurban etmesinden başka pek az şey var.

Gotik edebiyatın sağlam metinlerinden biri. Bir iki hatadan bahsedeyim, yine noktalı virgül çapakları var, bir iki yerde yazım hatası mevcut, bir de şu cümle pek iyi çevrilmemiş sanki: “Kimileri dinlediği hikâye üzerine düşünürken kimileri büyükbabanın nefeslendiğini, bir süre sonra devam edeceğini bekliyordu.” (s. 85) Çapaklı bir iki cümle daha vardı da bulamadım şimdi. Neyse, okunsun yani. Teşekkürler İthaki’ye.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!