Aileden kim kaldı, küçük kardeş. Daha küçükleri var, bir yandan acımasız da olmayayım diyorum ama Fournier’nin kaynağı kurumuş artık, Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam‘daki nitelik nerede, önceki yüz sekiz metinde azala azala yok olmuş belli ki. Yine de Fournier metni işte, yazarın gevezeliğini sevenler için hasret dindirir, ilk metinlerini mumla aratır. Kardeşini anlatırken babasını, annesini araya katıyor Fournier, tesellidir. Pek konuşmayan kardeşini konuşturmaya çalışıyor bu metinde, uzun boylu uğraşmıyor, aralarda. Kargocunun getirdiği koca kutuda ne olduğu, kutuyu kimin gönderdiği falan, bu da metin boyunca bir merak unsuru. Sonda görüyoruz ne olduğunu, sona varana dek çocukluktan yaşlılığa genişçe bir seyir. Nedir, çok ketumdur Yves-Marie, mevzularla ilgili ne düşündüğünü ölümünden sonra da merak ederler. Çuvaldızı kendine batıracağını söyler yazar, her zaman yaptığı gibi yine kendinden bahsedecektir de niyeti bellidir. Diyalog olarak kurmayı düşündüğü bir metin, gökyüzüyle yeryüzü arasında, belki omzunun üzerinden uzanıp da okuyabilir, sessiz Yves-Marie oralardaysa göz gezdirecektir elbet. Aralarında on dört ay mı ne var, seksen üç yaşında bir küçük kardeş yani Yves-Marie, aynı sınıfta okuyorlar, Jean-Louis zaman zaman abilik taslıyor ama dengesini yitirmekten korktuğu için o kadar da baskın değil. Dengesi Yves-Marie işte, kısaltayım isimleri, J-L ne kadar dışa dönük, hayal dünyası ve yaratıcılığıyla şaşkına çeviriyor insanları, Y-M ne kadar suskun, derinden akan su, analitik zekâsıyla sorunlara çözümler üreten gizli beyin. Teknik üniversiteye gitmesi ailede mutluluk kaynağıdır, kardeşiyle gurur duyduğunu söyler J-L, hatta bir etkinlik öncesinde üniversite üniformasını giymesini ister kardeşinden ki hava basabilsin millete. Matrak. Zamanları karıştırayım mı, karıştırdım gitti: komünyon ayininden fotoğrafları çok hoş, kapaktaki onlardan biri, uzun kirpikleri ve ceylan gözleriyle çok güzel bir çocukmuş Y-M. Abisi ikisi adına da konuşurmuş ama planı kendi yaparmış, bu planların başarıyla sonuçlandığı pek görülmüş şey değilse de kardeşlerin eğlendikleri kesin. Şamarlanmadıkları zaman. Hayali diyaloglardan birinde J-L onca iyi fikrini paylaşmadığı için kızıyor kardeşine, üstelik insanlarla bir şeyler paylaşma fikrini pek parlak bulmadığını söylettikten sonra, biraz sussaymış her şey daha farklı olabilirmiş oysa. Yani, yine olmazmış sanki, Y-M de kriz anlarında sağlıklı kararlar alamıyor. Daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz tabii. Görkemle batıyorlar gerçi, büyüklerinden gizli gizli şeker yiyorlar diyelim, hangisinin fikri hatırlamıyorum da küçük taşları şeker kâğıtlarıyla sarıp yerine koymaya çalışıyorlar. Nine miydi, yemiyor numarayı tabii. İyi deneme.
“Hoşuma giden ve kaybettiğim her şeyi diriltiyorum. Balıklar dışında kimseyi öldürmemiş olan ve bir sineği bile incitmeyen küçük kardeşim, işte artık sen de geçmişin bir parçası oldun.” (s. 14) Kuzeyli anneyle, kimseyi öldürmeye babayla ve Sylvie’yle aynı yerde artık Y-M, sevilenler bir kefede toplandıkça eşitlenmek için yazıyor J-L, hatırlamak için, yolculuğu hızlandırmak için. Başka bir şey hatırlamadığını söylediği bir bölüm var, kardeşine dair her şeyi yazmış, sonra yazdığının yarısı kadar daha yazmış, yani birini tam olarak hatırladığımızı nereden bileceğiz ki hatırlamanın tamlığından bahsedebilelim, mümkün değil. Y-M her şeyi çok kolay öğrenirmiş, J-L zor öğrenirmiş hatta okuldan atıldığı bile olmuş. Y-M hava atmazmış hiç, gerek görmezmiş, çok nazikmiş. Anneleri geç kaldığında J-L ölümden başka bir şey düşünmezken Y-M onun geç kalmasına neden olabilecek sebepleri düşünürmüş. Ölümü alt edebilecek biri değilmiş ama korkmazmış da, bir kere Milano’ya gitmiş de gece trenini kaçırınca istasyondaki bankta uyumuş, istasyon kapanınca parka gidip bankta yatmış. Bataklığa düşmüş bir kez, eve çamura bulanmış halde gelmeseymiş anlatacağı da yok. Paniğe kapılmamış, kollarıyla bacaklarını açabildiği kadar açıp batışı yavaşlatmış ve kurtulmak için yol da bulmuş üstüne. Hayır, gerilmiyor ama endişeleniyor sık sık, bundan bahsetmek istemiyor. Her konuda birinci, ölümde de öyle, kardeşlerden ilk öleni. “Herhalde hiç arafta kalmadan doğrudan cennete gitmişsindir. Küçükken aklından hiç kötü düşünceler de geçmemiştir senin, benimse aklım kötü düşüncelerle dolup taşardı. Ben cehenneme gideceğim, büyükannem de öyle derdi zaten.” (s. 21) İkisi de hareketli bu arada, Y-M kayısı ağacı buldu mu kurutmadan inmiyor aşağı, ardından gozor gozor sıçıyor, cennetin sonsuza dek sürmeyeceğini anlıyor J-L’ye göre. Sevdikleri bir büyükleri ölüm döşeğinde, Y-M eğilip öpüyor, “yanmayan kalorifer gibi soğuk” olduğunu söylüyor. Robot değil, sadece ne düşündüğünü bam diye söylüyor garipsenmek pahasına. Düşününce, belki de bu yüzden suskundur, aklına gelen ilk fikrin tuhaflığından çekinip açık etmemektedir zihnini. Belki. Oluyor ya öyle, bir sürü pencereyi gördüğümüz bir terastayız diyelim, iki arkadaşımız var yanımızda, pencerelere bakarken görüntü hemen netleşiyor: ayağa kalkıp alkışlamaya başlıyoruz, ev sakinleri her pencereden teker teker çıkıp reverans yapıyorlar, ardından boşluğa bırakıyorlar kendilerini. Bunu nasıl söyleyebiliriz o an, söyleyemeyiz. Y-M biraz daha anlaşılabilir artık, her şeyin söylenmeyeceğini çocukken keşfetmiş. Öfke anlarında bile tantana çıkarmıyor yahu, oğlu Denis bir gün kızdırınca tekme savurmuş Y-M, ayağını sertçe duvara çarpmış, “Kahrolası,” demiş sadece. Balyozla yıkardım o duvarı ben, bu ne sakinlik. J-L de geri kalmıyor açıkçası, 1901’de ölen Victoria’nın sakalının 1993 yılında kaç metre uzadığını Y-M düşünmüşse J-L de sadece ölüleri tıraş eden bir berber olduğunu düşünmüş.
Aile ağacını çıkarmış Y-M, uzaktan Robespierre’le akraba olduklarını bulmuş, kökleri 1100’lere kadar takip edebilmiş. Sayı saymayı biliyor ama güzel sözcükleri sıralamayı bilmiyor. Excel’i öğrenince her şeyini bir Excel tablosuna dönüştürmüş, formüllerle oynamayı çok severmiş. Yürekliliğine bayılırmış J-L’nin, J-L de kardeşinin leb demeden leblebiyi anlamasına ve soğukkanlılığına hayranmış. Müzik dersinde ele cetvel yemeleri garanti, şarkı söylemeye başlamadan önce eldivenlerini giyermiş Y-M. Abisi kızlara aç kurt gibi bakarken o son derece sakinmiş. Tarihî kortej düzenlenince İsa’nın temsiline dönüştürülmüş, J-L diğer tarafı temsil etmek istemiş tabii. Komünyon törenine babaları geç gelmiş, gelince de ilgilenmemiş çocuklarla, biraz tuhaf ve mesafeli davranıyormuş. Ailenin bir yanı dindar olduğu için tören normal, babanın inancı yoksa davranışı normal ve normal değil. Minik minik tahta parçalarından kilise yapmış Y-M, inançlı olduğu söylenemez. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna tanık olmuşlar, sirenler her çaldığında sığınaklara, mahzenlere koşturmuşlar, babalarıysa odasından hiç çıkmamış. Hiçbir şeyden korkmuyormuş adam, kendisini alkol ve sigarayla ölüme mahkum etmiş. Askerliğini Cezayir’de yapmış Y-M, dizanteri krizine tutulduğu ve ishal tetikleyici bir virüse yakalandığı için sürekli tuvalete koşuyormuş, “vın vın” diye lakap takmışlar. Soruyor Y-M, neden bunları anlatıyor abisi, okurları güldürmeye mi çalışıyor, komik bir şey mi bu, oysa kendisi abisinin darmadağın saçlarını kurcalayan, melek saçlarıyla o karmaşayı benzetmeye çalışan öğretmenin dediklerini duyunca basmış kahkahayı. Kırk beş yaşında başarılı bir mühendisken tıp dersleri almaya niyetlenmiş, eşi o hevesten vazgeçirmek için çok uğraşmış, aklı başında olmasına rağmen öyle tuhaf diretmeleri oluyormuş Y-M’nin. İhtiyaç duyduğu az deliliği öyle sağlamıştır.
Kargodan pervaneli bir bisiklet çıkıyor, ayrıca bir not: J-L de artık yukarılara çıkabilir.











Cevap yaz