Abbas Sayar – Anılarda Yumak Yumak

Hava bu anlatıda da çok sıcak, Cercürüm Öreni yanıyormuş da askerler dağ dikliklerinin dibindeki Yeşilırmak’ın kenarından yürüyorlarmış temmuzun ortasında. Tam teçhizat, marş, üstelik kara sinek sürüsü de var. “Hazır ol!” komutu işkenceyle bir, yüzünü tokatlayamayan azap çekiyor. “Cefakeş Türk insanı” gereksiz, geçersiz zulme boyun eğiyor, anlatıcı askerlerle aynı topraklardan geldiğini, aynı çileyi çektiğini söylese de ilk fırsatta gidip bir lokantada mezeye yumuluyor, rakıyı lüpletiyor, genelevden de sabahın beşinde çıktığı için kafası bir dünya. Eleştirdiğine dönüşüyor bir ölçüde. “Dedesi, dedesinin dedesi.. Son bölükleri de Şam’da, Yemen’de, Trablus’ta, Balkan’da, Çanakkale’de, Sarıkamış’ta imamı azize uyup şehitlik mertebesine ulaşmışlardı. Kemiklerini kurtlar kemirmişti Osmanlı saltanatı için. Paşalar, beyler için..” (s. 6) Teğmen Abbas iki aylık öyküyü zihninden atamıyor, tutulduğu kadının kurduğu rakı masasına tekrar oturmak, sunduğu geceyi tekrar yaşamak istiyor, aklı orada. Anadolu’nun insanı da işte, savaşta şehit verir, barışta vergi verir, suyundan verir, verdikçe verir ve ne şekilde olursa olsun almaya çalışır, anlatıdaki ikinci hikâye bu “namussuzluk”la ilgili. Aslında Teğmen Abbas’la Hakim Canân’ın hikâyeleri birbirini tamamlıyor, Anadolu’nun Osmanlı zamanındaki halini bilen doksan üç yaşındaki Canân’ın şahit olduklarıyla Abbas’ın şöyle bir değinip geçtiği meseleler aynı olgunun iki yüzü: köylü sömürülmüştür ve sömürülmeye devam etmektedir. Gayrimüslimler de sömürülmektedir ama Abbas onlara göz ucuyla bile bakmaz, karşısına çıkan Rum ve Ermeni askerlerin önünden geçip gider. Yirmi Kura İhtiyatlar Olayı, İkinci Dünya Savaşı sırasında askere alınan gayrimüslimlerin amele olarak çalıştırılmalarıdır, Aşkale’de falan yol yapımında kullanılırlar, bir yılı aşkın bir süreden sonra evlerine yollanırlar ki o da ne, Varlık Vergisi, borçlarını ödeyemeyenler yallah geri yollanırlar ve yol yapımına devam ederler. Bu eziyetin yeri yoktur, Parti temsilcilerinin kaymakamları mum etmeleri vardır, tercih meselesi. Sayar memleketi Yozgat’ta gazetecilik ve yazarlıkla uğraşmış, romanlarında seçici geçirgen bir yapıyla eleştirilerini yöneltmiştir de özeleştirinin kıyısından geçmemiştir. Cumhuriyet’i, devrimleri güzeller, CHP’yi eleştirir, yeterli.

İki hikâye çizgisi, önce Abbas’a bakalım. Yedek Subay Okulu’nu bitirdikten sonra tek demirli subay elbisesini giyen Abbas’la arkadaşı Ali hemen kerhaneye giderler, Abbas’ın tecrübesi yoktur ama edinmenin zamanı gelmiştir artık, “kızlığı bozulur”. Ankara’dakinden sonra ikinci kez gittiği genelevde korkacak bir şey yoktur artık, hatta kendisine ihtiram gösteren kadına hemen âşık olacak, askerliğini de kafası bir karış havada tamamlayacaktır. Canân’ın hikâyesini dinlediği bölümler hariç. Zile’ye gitmesi lazım önce, alay emriyle birlikte Zile’deki cephaneliği muhafaza etmek için yola çıkar, erlerin dedelerinden daha şanslı olduklarını düşünür çünkü bir zamanlar ölüme yürünmüştür öyle, tozun toprağın içinde, sıcağın alnında ölüme yürümek yerine nöbet tutmaya gitmek yeğdir. Menzile kavuşulur, görevli teğmen mührü söküp cephaneliği Abbas’a gösterir, Osmanlı’dan kalma paslı puslu top mermilerini sayarlar. Barutta hayır kalmışsa havaya uçmak işten değil, o yüzden iki asker nöbet tutacak, kaç yıllık mermiler bu suretle arıza çıkaracaktır. Abbas iki askeri nöbete dikip Zile’ye yollanır, eski püskü evleri görünce ev sahiplerinin kiremit değiştirecek güce sahip olmadıklarını düşünür, sonra karşısına çıkan ilk kahveye girer. İkramlar, bir şeyler, sohbet muhabbet derken araya minik bir hikâye: Oranın imamının methini işiten Abbas ilk cumaya gider, namaz öncesi açık saçık laflarla vaaz veren imamı dinler. Önce şehitlik, askerliğin yüceliği, ardından ilişkinin öncesine ve sonrasına dair iç gıcıklayıcı tavsiyeler. Öyleleri de varmış, şaşıracak bir şey buluyor Abbas, doksanlık adam bunlardan biri. Sohbet masasında kumar da oynanıyor, ağıtlar da yakılıyor, bu tuhaf ortamdan Canân’ın yardımıyla kaçabiliyor Abbas. Anlatılanlar ilgisini çekmiyor pek, mesela yakınlarda çok sayıda Alevi köyü varmış ama iki yıldır gelen giden yokmuş Zile’ye, nedenmiş acaba? Arada ezan okunur, “Tanrı uludur” yankılanır metinde, köylüler hep birden camiye giderler ama Abbas’la Canân gitmezler, yaşlı adam bir asır boyunca topladığı ikiyüzlülüğü Abbas’a anlatacaktır ama biraz daha zamana ihtiyacı vardır, Abbas’ı şöyle azıcık silkip aradığını bulunca bir gün tutar kolundan, rüsva haldeki evine götürür. Kahvedekiler ayarlamıştır orayı, bir kez olsun gelip bakmamışlardır, zaten Canân’ın orada olması da işlerine pek gelmemektedir. Bunun nedeni diğer çizgide, Abbas’ınki paşa keyfe göre ilerliyor. Gidip bir kadınla daha birlikte oluyor orada, gönlünce zaman geçiriyor, görevi bittiği zamansa yaşlı gözlerle ayrılıyor oradan. Canân’a üzülüyor herhalde, köylülerle ilgili olumsuz düşünceleri yok ama hakim arkadaşının sürünmesine sebep yine o köylüler.

Acılı bir yaşam, Canân eğitimini alıp kadı olarak geldiği Zile’de hakkaniyeti bir an olsun göz ardı etmeden çalışır, Mecelle’den şaşmaz, Cumhuriyet’le birlikte hakim olarak çalışmaya devam eder. Eşini hiç sevmez, kadın öldüğü zaman biraz üzülmüştür ama biraz. İstanbul’a gittiği zaman bir anda ortaya çıkan kızıyla damadına yeni aldığı evde birlikte yaşayabileceklerini söyler, bir müddet her şey yolunda gider ama Zile’deki ortakçılarının hasattan pay vermemelerine takılır Canân, kızının itirazlarına rağmen atladığı gibi Zile’ye gider. Mahkeme duvarından hallice suratlarla karşılaşır karşılaşmaz kararını verir, o namussuzlarla hukuk savaşına girecektir çünkü kopuklar koskoca hakime diş geçirebilirlerse herkese ıstırap olurlar, hem hukukun onurunu korumak istemektedir Canân. Mücadele başlar, on üç yıl sürecektir. Yalancı şahit çıkarır ortakçılar, her türlü hukuksuzluğu yaparlar, Canân’ın gayrimüslimlerden üç kuruşa aldığı toprakların eski sahiplerini tanımadıklarını söylerler, tapuları boşa çıkarmaya çalışırlar, bir dünya alavere. Onlarsız da yapamaz işin kötüsü, Canân berbat haldeki evinden çıkıp aralarına karışır, günün sonunda yoksulluğuyla baş başa kalır. “‘Bu adamlar bana ciddiyetime mal oldular. Sahtekarlık kapılarımı araladılar. Benliğimi bana düşman ettiler. Her gün eriyip gittim. Her gün manâ duvarımdan bir taş düştü. Ufaldım.’” (s. 38) Her gün onlara doğruluğu, dürüstlüğü anlatır Canân, sözlerinin anlaşılmadığını gördükçe inat eder, dahasını anlatır. Kaç yıllık çaba tam da Abbas’ın gideceği gün sonlanır, Canân yere yuvarlandığında doktor çağırırlar ama hiçbir şey yapmak istemez doktor, yıllar yılı eziyetle yoğrulmuş, nihayet ölümün huzuruna kavuşmuş bir yaşam mahkumunu neden hayata döndürmeli, iyileştirmeli? Canân ruhunu teslim eder, naaşı mezarlığa götürülürken arkasından bir dünya dedikodu: kâfir olduğu, Allah’la sohbet eder gibi konuştuğu söylenir, yine de en iyisini Allah bilmektedir. Abbas çok sinirlenir ama sesini çıkarmaz, defolup gitmek ister, o kadar gitmek ister ki görevi devralmaya gelen teğmene mührü söküp de topları göstermez, tamamdır işte, trene atlayıp yallah. Nedir, içi rahattır çünkü Canân’ın “küçük adam” dediği zavallılığa bulaşmamıştır, küçük adam olmamıştır, olmayacaktır. Haktan destek bulup mücadele etmekten bahsetmektedir Canân, büyüklükten kastı budur. Küçük adam hem bu yolu kapar hem de durmadan ezilir, karşısındakinin kim olduğunun hiçbir önemi yoktur, baştan yeniktir küçük adam. Vasiyetini bu sözlerle yazdırır Canân, pek sevdiği İstanbul’u son bir kez göremeden, kızına her sabah yaptırdığı sütlü kahvesini içemeden hayata veda eder. Abbas haksızlığa karşı dik duran arkadaşının didiştiği gücü düşünür, kendi yoksulluğunu, ailesinin çabalarını düşünür, kendisini de kurban olarak görecektir ama beceremez ne yazık ki, hikâyelerin içinden geçip gider.

İyi bir metin bu, sırf Canân için okunur.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!