Handan Saraç – Sarı Defter

Yazma isteğiyle yazmanın bağıntısı? Yok. O kadar bilinçli bir eylem değil, esrime sonucu hiç değil, nefes almak gibi bir şey. Yaşlanmak gibi. Oluyor ve olmasına bir etkimiz olmuyor, oturup yazıyoruz. Balıkçı’ysak yatıp yazıyoruz. Hemingway’sek ayakta yazıyoruz. Bir an ufukta görünüyor, belki seziyoruz, geldiği gibi geçiyor ve yazmış oluyoruz, beyaz sayfaya kara şekiller doğmuş da uzaya uzaya ne hale gelmiş. Utançla boğuşmaya başlayana kadar düzeltiyoruz belki, itip çekiyoruz kenarından köşesinden, sonra bırakıyoruz ki bir şey olsun veya olmasın. Bir şey olsun diye yazmak, bilemiyorum, olacak şey pek bir şey değil. Bunun niyesi bile yazıyı engeller, düşündüğümüz an yitiririz. “Bir ucundan başlamam gerek. O bir türlü adını koyamadığım, adı konulamayan her şey gibi de kafamda giderek bulanıklaşan o şeye başlamak istiyorum artık.” (s. 5) Anlatıcı yazmaya başlamak istiyor, günlüğüne düştüğü notlar işe yararsa yazma itkisi doğuracak da ne yazacak, o adını koyamadığının adını koymak, sınırlarını belirlemek mi yazdıracak, sanmam. Anlatı boyunca bir yazamama günlüğünden parçaları izleriz, anlatıcı nasıl yazamadığını ve yazmak istediğini anlatır, günlük yaşamının uğraşlarından yakınır, yazmasını isteyen arkadaşına çıkışır, ev işlerinin bütün zamanını aldığından bahseder ki bu mevzuya değinmeli biraz. Çamaşır, bulaşık, alışveriş, bir dünya işi vardır anlatıcının, kocası koşuya çıktığı zaman kendisi ev işleriyle ilgilenir, kocası toplantıdadır, evdedir, arkadaşlarıyladır, iş gezisindedir, anlatıcı sürekli ev işi görür, görmek zorunda hisseder kendini, yedi yıldan sonra iş bulduğu zaman kızı İpek’in okula nasıl gideceğini düşünür bir, ev işlerini yapamayacağı için ortalığın dağınık kalacağını düşünüp dertlenir ama çok kısa sürer bu sıkıntı, yeni hayatına hemen adapte olur. Resim yapan bir arkadaşının yavaş yavaş başarılı olduğunu görünce kıskanmadığını söyler, imrenmiştir, arkadaşı da ev işleriyle uğraşmaktadır ama resim yapacak zamanı yaratmaktadır kendine, o halde anlatıcı da yaratabilir. Yaratamaz, çevirilerinin basıldığını gördüğüne göre çeviriyor, ödül alan kurgu dışı yazıları olduğuna göre yazabiliyor da, kurmacaya takması neden? Arızasının yazamamakla ilgili olmadığını söylemek aşırı yorum belki, yine de başka bir duvar, ket var orada. Öykü, fragman, anlatı, bir şey çıkmıyor kaleminden, Woolf’tan bahsederken kendine ait bir odasının olmasının yeterli gelmediğini söylüyor, başka bir şey lazım. Aşırı düşünmekten, çözümlemeden başkası, onda olmayan. Yaşamındaki genel katılığı, çıkışsızlığı yazamamakta somutluyor, geçmişini düşününce. Burada kolej, ABD’de üniversite, arkadaşlarının arasında akademisyenler, sanatçılar, işlerinde başarılı olmuş insanlar var, kendisi? Yılların akıp gittiğini, tanıdığı hemen herkesin işlerinde yükseldiğini, kendisinin bir köşede köreldiğini dile getiriyor, o halde sade bir yazamama hikâyesi olarak görmemek lazım bunu, kendini gerçekleştirememe sancısı esas mesele. İpek’in doğması da engellerden biri, aslında yerine getirilmesi gereken görevlerden biri olduğu için doygunluk vermesi lazım ama öyle değil. “Belki de dış dünyadan giderek uzaklaşıp ürkmeye başlayışımı kendimden gizlemek için akla yakın bir gerekçe arıyordum yalnızca.” (s. 6) Gerekçelerin sıralanması bitmeyince anlatının bunaltıcılığı artıyor, hele her bölümde bir yazamama bahsi yer aldığından ümüğümüze çökülüyor gibi hissedebiliriz ama düşünelim, yazamadığını söyleyip defterlerce günlük dolduran bir anlatıcı var önümüzde, takıntısını genellikle aynı biçimde dile getirdiğinin kendisi de farkında ve bundan son derece rahatsız, kısıtlılığının farkında, son derece gerçekçi bir anlatıma yol açıyor böylesi. Yazmak Eylemi‘ni düşünelim, anlatıcısının kişilik bölünmesi 101 farklı anlatıcının ortaya çıkmasına neden olsun, kapsayıcı bir katman da anlatıcıdan doğsun, Saraç’ın anlatıcısına çok benzerdi. Yazamayan karakterlerin gerekçeleri. Çalışan, çalışmayan, çocuklu, çocuksuz, evli, bekâr, ne varsa artık. Şişkin okudum da az, mürekkeple ilgili bir öykünün -“anlatının” diyesim var- yer aldığı kitabı, yazmakla ilgili bir anlatıda şu bahsettiğim kendiliğindenliğin daha iyi bir örneğini görmedim. Bir çukura, kara deliğe, mutedil seyirde bir çatlağa, arızaya benziyor yazmak, ayak boşluğa gelince parlayıp yok olan duyguya hani, Zen benzeri bir yerden kesilme. Bunun esamisi yok Saraç’ın anlatıcısında, yaşamı kontrol etmeye dair müthiş çabasından bir parçayı yazmaya ayırmaya çalışıyor ama, işte, boşlukla karşılaşmaya cüret gerek. Var ama istediği cinsten değil.

Yazmaya ve yazamamaya dair: Çeviri konusunda güven sorunu yok anlatıcının, uykusuz kalıp çeviriyi yetiştirecek kadar tutkulu, bunun yanında çevirisinden ötürü olumlu veya olumsuz tepki almayı hiç düşünmüyor ama konu kurmacaya geldiği zaman eli ayağı dolaşıyor. Bir kitap yazsaydı da beğenilseydi mutlu olur muydu, beğenilmeseydi daha mutsuz olur muydu, çaresizliğini ve öfkesini ne yapardı o zaman? Hani kasten yazmıyor da yaşamının doyuruculuktan uzaklığına duyacağı öfkeyi temin ediyor, mümkün. Bir şeyler yapmak istediğini yarım ağızla söylüyor arkadaşlarına, söylediğine pişman oluyor çünkü arkadaşları başarabileceğini söylüyorlar. İstediği tepki bu değil, yarım ağızla verilecek cevapları bekliyor, oysa güvenini tazeleyecek sözler işitiyor hep. Ne zaman işe girip koşturmaya başlıyor, o zaman sızlanmaları tavsamaya başlıyor, sanki tek ihtiyacı günlerini dolduracak bir işmiş, bir meşgaleymiş gibi. Her gün yazmaktan ayda bir yazmaya. İş tatmin etmemeye başlayınca sıklık artıyor yine, ait olmadığını düşündüğü bir yerde kalmak istemiyor. Nedir, akademik metinlerin düzenlenmesinden, daha çok pazarlanmasından sorumlu, üniversiteleri gezerek akademisyenlerle konuşuyor, başarılı olarak gördüğü insanların karşısında küçülmeye başladığını fark ettiği an istifa etmeyi düşünüyor da günlerini eve gömmek istemiyor yine. Kızının arkadaşları, eşinin iş arkadaşları derken eve gelenlere hizmet etmekten başka bir şey yapmayacak, kendi arkadaşlarının yaşamlarına imrenecek, yazmaya kafa patlatmaktan başka bir şey yapmayacak. “Önemli olan bu mu acaba? Önemli olan her şeye karşın yazmak mı? O yazılmaya gerçekten değecek birkaç sözcüğün biçimleneceği büyülü an gelene kadar her şeyi, her şeyi satır satır, sayfa sayfa yazmak mı?” (s. 28) Her şeyi yazmıyor, eşiyle ilişkisinin mutluluk verdiğini söylese de ev işlerini neden yalnız başına yüklendiğine dair hiçbir şey yok mesela, İpek’in yaramazlıkları yok, tamamen seçilmiş bir içeriğin sunmadıklarından da sorumlu olduğumuza göre -sorumlu olduğumuzu sanıyorum, anlatının dışında kalanların basıncıyla da bir arada durabiliyor anlatı- boşlukları doldurunuz. Anlatıcının güvensizliğinin emarelerini toplarsak bu sessizliğin nedenini biraz olsun anlayabiliriz, gerçi karakteri bu ölçüde eşeleyip sonuçlara varmak biraz tırt iş, denektaşına ihtiyacı yok karakterin, yine de: “Yüreğim ilk öykünün kusurlarına biraz daha açık, biraz daha hoşgörülü olsaydı…” (s. 32) Baskın bir korku, mükemmeliyetçilik şans tanımıyor, anlatıcı elindeki tek başarıyı aile yaşamından edindiği için burayı yıkmaya meyilli değil, kurmacayla oynamaya başlasa kusursuzluğunu yaralayabilir ama döngüden de bıkmış. Müthiş bir çatışma, öylesine bıkmış ki adeta dışarıdan bakıyor kendine, depersonalizasyon derecesi: “Garip bir defter bu. Bazen düşünüyorum da, her gün birlikte olduğum insanlardan, onlarla paylaştığım olaylardan, duygulardan pek az şey var bu sayfalarda. Çift kişilikli, çift yaşantılı bir insan gibi, farkında olmadan ayırıyorum gerçek yaşantımla defter yaşantımı.” (s. 39) Defter yaşantısını yazma sıkıntısıyla denkleriz, mezar evden kurtuluşla. Gerçekliğin ekseni biraz kaymıştır defterde, aslında bal gibi kurmacadır ama yaratıya o gözle bakamaz anlatıcı, aklındaki kaosu düzene sokmaya çalışmanın bir yaratma eylemi olduğunu anlayamaz.

Eh, bugünü de üfürük tahlillerden yana boş geçmedik. İlginç, hoş bir metin, denk gelenin elinden öper.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!