Russell Hoban – Kaplumbağa Günlüğü

Nasıl anlatmalı, şu üç virgülle, noktasız virgülle -noktalısı başlı başına bir işaretken noktasızının bildiğimiz virgül olması noktasız virgüle haksızlık- sesi çoğalan eslerin -esin bir ses, daha doğrusu seslerin aracısı olduğunu Cage gösterdi, boşluk bir sestir- ayrı anlamlarını bir duyan bilir ya, bilecek başka kimseyi aramaz çünkü beyhude, bildiğiyle yaşamak zorundadır. Kimsenin aşamayacağı bilmek duvarı. Nasıl, hayvanat bahçesinde koca bir akvaryumdaki balıkların bildiği her neyse bu duyanın, William G.’nin bildiğidir çünkü balıklar her şeyi bilir, kaplumbağalar da çok şeyi bilir ama önemli olan göç edeceği yolu bilmesidir. Türün bilgisi, Edward O. Wilson’ın açıkladığı soy bilgisi, nesiller boyunca işlenmiş bilgi. Değiştirmeye kudreti vardır da isteği yoktur insanın, bunu bilmek ve yaşamından başka bir yere varamayacağını fark etmek bir merhale. William’ın soy bilgisi, insanın. Biri olmanın nasıl bir şey olduğunu mitolojiden çıkarır, üç yıldır görmediği kızlarının anılarını eşeler azıcık, çalıştığı kitap dükkânındaki amiriyle derinlikten yoksun bir ilişkiye başlar, yaşam alanını paylaştığı güreşçi Santor’la kavga edip sopa yer, sonra yine kavga edip tekrar sopa yer ama adamın ağzını burnunu dağıtmıştır bu kez, kapladığı boşluğun hakkını vermek için uğraşmaktadır. Yapmayacağı şeyleri yapmaya başlamasını elekten geçmiş onca gevezeliğinden kalanla çok basit bir nedene indirgeyebiliyoruz: William yaşlı kaplumbağaların doğduklarından beri akvaryumdan çıkmadıklarını öğrenmiştir. Nasıl, bu ne ki zaten, Nietzsche aklını bir atın şiddete uğramasıyla kaçırmıştır, duyduğu son su damlasının sesini insanlara attırdığı acı çığlıklarına bağlamıştır birileri, bir ses veya adım yeter o idrake. William gündelik yaşamına devam ederken yolunu sıklıkla hayvanat bahçesine düşürmeye başlamıştır artık, kaplumbağalar aklından çıkmaz. Kişilik algısındaki kaymayı Pirandello’nun meşhur karakterindekiyle denklemek: uyandığımız zaman burnumuzu iki santim yana kaymış bulabiliriz ve dükkâna gelip herhangi bir kitabı soran müşteriye kitabın menopoz setiyle birlikte peynir ekmek gibi satıldığını söyleyebiliriz. Bir şeyler yolunda değil besbelli, söylenmemesi gereken bir şey söyledik ve içimizden söylememize rağmen duyuldu. Kontrol edilemeyen bir akış var eyleme doğru, beyinde bir şeyler ateşleniyor ve içeride kalması gerekenler dışarı çıkıyor, kaplumbağalarsa hep yüzüyorlar kafeslerinde. Bir kafes kendini akvaryuma dönüştürdü, bir William kendini öngöremeyeceği, önceden ne olduğunu bilmediği bir insana. Hüznü görünce, incecik bir hüzünse üstelik, benim ayar kaçıyor ve hüznün boyutlarını, fiziğini anlamaya çalışıyorum, William kadar engin bir karakterde bu keşif hemen hiç bitmiyor. Bitmediği için bu kitabı Yeşim’e vereceğim, o başka boyutları bulacak, okurun niteliği ne kadar değişirse değişsin bir yerden sızıyor o hüzün. Sıradan şeyler isteyene çeşit çok, William eşiyle ayrıldıktan sonra birçok kadınla yatmıştır da hiçbiriyle uzun bir ilişkiye girmemiştir, zaten kızlarıyla ilişkisini sürdümek de istememiştir anlaşıldığı kadarıyla, her şeyin geçip gitmesini beklemektedir. İşini sever görünür çünkü okuyacak çok şey bulur dükkânda, faydasız. Bence en ince kesik: “Eskiden birlikte Chopin dinleyebileceğim birini bulmak isterdim. Artık Chopin dinlemekten hoşlanmıyorum bile.” (s. 51) Yüklenilemeyecek bir dert. İnsanın kendine yetişemediğini anlaması. Bir zamanlar olanı yaşayanla olanın değiştirdiği insan arasında şöyle azıcık sapma. Benlik bu tutarsızlıkla sınandığı zaman bölünür, toparlanmak için önceyi yitirecektir, sonrayı bölünme ihtimali olarak görüp düşünmeyecektir. “Ben, nedir ki ben sonuçta? Öncemizde ve sonramızda ve iki yanımızdaki insanlara bağlı gelişigüzel bir varlık sınırlaması.” (s. 50) Neaera’yla bir yakınlık elbette var, sonuçta kaplumbağaları çıkarıp denize birlikte götürüyorlar ama birbirlerinden sekmeleri kaçınılmaz. Neaera farklı yollardan hemen hemen aynı noktaya ulaştığı için birbirlerini itmeleri doğal, kaplumbağa günlükleri farklı duyarlılıklar üzerinde birleşiyor. Hayvanları özgürlüğe kavuşturmakla kendilerinin özgürleşmelerini sağlamak arasındaki boşluk giderek kapandığında sağalmayacaklar, basit bir iş yapmanın sonsuz doyumunu bir anlığına bile olsa hissetmek yeter. Dokunma ânında serbest bıraktıkları kaplumbağalar göç yoluna koyuluyor, ardından William’la Neaera’nın sekişi. Aslında bir kaplumbağa metni değil bu, kırklı yaşlarının bunaltılarını zengin bir şekilde dile getiren iki insanın yaşamından bir kesit. Kısa süreliğine iletişim kuruyorlar, William’ın kendini açmayıp Neaera’yla ilişkisinin sınırlarını baştan belirlemesi hiçbir zaman bir araya gelemeyeceklerini gösteriyor, yollar ayrılınca bir iki telefon, hayvanat bahçesinde son bir karşılaşma, o kadar. Geçenlerde bir şey okumuştum da o şeydeki karakteri hüznüyle sevmiştim, William’ı da çok sevmeme rağmen birkaç gün sonra tamamen çıkacak aklımdan. Bir nevi ölüm. William’ı düşünüyorum, kaplumbağaları çıkarmasına yardım eden hayvanat bahçesi çalışanı George Fairbairn’la sıradan bir iş yaptıklarını düşünüyor, belki bir sonraki kaplumbağaya kadar kendini de unutacak o sıradanlıkta, düşünmeyecek, işe gidip gelmekten başka bir uğraşı olmayacak. Bu da bir nevi ölüm.

Neaera’nın her şeye bağlı ruhu. “Çakıl taşları ben yürüdükçe ayağımın altında yuvarlanıp çatırdıyordu. Bir an merak ettim: Ya üzerinde benim adımın olduğu bir taş olsaydı? Sonra dedim, ya bütün taşların üzerinde benim adım olsaydı? Derken düşündüm ki her taşın ismi benim içimde. Her taşın ismini söyleyemem ama hepsi içimde. O gün hiç kuş gördüğümü hatırlamıyorum. Kıyı boyunca uzanan oteller, çocukluğumdakiler kadar yüksekti ve yakından bakıldığında bile aynı derecede uzaklardı.” (s. 20) Zamana dair Doppler etkisi kayıp, hani çocukluğa dair anılarımızı çocukluktan çıkmamışken bir ölçüde daha iyi hatırlarız da büyüdüğümüz zaman uzaklaşır, dalgalar daha aralıklı bir şekilde geldiği için hatırlamayız. Sıradan bir nokta düşünelim, Neaera o noktaya tıkmıştır her şeyi. Yaşamından kainata her şey oraya sığmıştır üstelik, bir taşma olarak görür kaplumbağaları. Noktaya sığmayan bir şey. Yüz küsur yaşındadır, tür bilgisini kullanamadığı için acı çekmektedir muhtemelen. “Şu yöne doğru yüzmem gerekiyor ama şeffaf bir duvara çarpıyorum, neden?” Anlatmalı ama nasıl, denize kavuşturmak için gerekeni kitaplarda aramalı. William’ın çalıştığı dükkâna girip karşılaşmaları hoş, sonra hayvanat bahçesinde tekrar bir karşılaşma, üçüncüde birbirlerine sadece, “Kaplumbağalar,” diyebiliyorlar. Plan hazır, farklı zamanlarda George’la konuşmuşlar, bu yardımsever adama göre hayvanların kaybolduğu elbet fark edilecek ama soruşturmaya gerek duyulmayacak, zaten hayvan hakları dernekleri ümüğe çökmeye hazır bekliyorlar, o zaman kaplumbağaları bir kamyonun arkasına atıp götürmekte beis yok. Benzin parası paylaşılır, şoför koltuğuna dönüşümlü olarak oturup görevlerini yerine getirirler, Londra’ya dönerler sonra. George ve Neaera’nın kayıtsızlığı bir parıltıya dönüşür de William’ın yalnızlığı bitmez, yaşamı kabuk da değiştirmez, neyse o olmaya devam eder. “Ay nerede bitiyordu, ben nerede başlıyordum ve hangimiz hangisiydik bunun zerre önemi yoktu. Her şey neyse oydu ve bunun farkına varmak da yine onun parçasıydı.” (s. 154)

Usul bir anlatı. Son derece sakin, William’ın dövüştüğü bölümlerde bile bir hissizlik, Neaera’nın evinde beslediği böcekle alakasında bile. Son bir alıntıya bitirmek isterim, kusursuz mesafenin tanımı: “Otoparka çektik, motoru kapattım. Yorganı, battaniyeleri ve yastıkları alıp kamyonetin arka tarafına geçtik. Üzerimizde kıyafetlerimizle aramızda biraz mesafe kalacak şekilde, yere yan yana uzandık. Önce sırt üstü yattık, sonra yan döndük. Mesafe bizimle birlikte döndü, bütün gece boyunca aramızda sessizce durdu, benim önümün onun arkasının şeklini aldı.” (s. 155)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!