Vallahi şöyle metinleri özledik. Ayar tutmaz biçemini öğreten bir atölye bulamazsınız muhtemelen, torna kokusu yok. Kıstırmaz, “Bak bu hikâyede bu duyguyu hissedeceksin, bunu hissetmen için yazıldım,” diye bas bas bağırmaz, okuru boğmaz. Dünya açıktır, her an her şeyin olabilir, tesadüflerin haddi hesabı yoktur ama yolu değil de patikayı sezdirir, sonuçta başlayan şeyin sonuna varacağımızı görmek için kitabın ön ve arka kapaklarına bakmak yeterlidir ama noktaya varana kadar nerelerden geçeceğimizi bilmeyiz. Olaylar tuhaftır, karakterler daha da tuhaftır, akışkandır, ne bileyim, anormalleri dizginleme çabasıdır belki bu roman. Gül Abus’un karakterlerini kendi doğrultularında tutmak için zorlandığını düşündüm, pisuvarlarda yan yana gelmemeleri için uğraşmış ama başarılı olamamış sanki. Roman adını Enis Batur’un “Pisuvar Sıkıntısı” adlı yazısından almış, epigrafta bu sıkıntıya dair Batur’un açıklamaları var. Biraz bahsetmek gerek, evlerin dışındaki tuvaletler kamusal alanla kişisel alanın tokuştuğu yerlerden ayrıma en kapalısı belki de. Çöğdürme sırasında mahremiyet isteriz ama kabinler doluysa el mahkum pisuvarlara yöneliriz, mümkünse iki tarafı da boş olanına. Ben şehirlerarası yolculuklarda son pisuvara yanaşıyorum genelde, bir yanı boş ve diğer yanı da boşluğa yakın olduğu için tercih edilmiyor, birlikte işemekten de o kadar uzağa düşmek istemiyoruz belki, bilemiyorum, çatışma var burada. Her neyse, sağ veya sol taraf doluysa çaresiziz, işimizi görmek zorundayız. Aradaki bölmeler Batur’a göre gözlerin serbest kalabileceği kadar kısadır, bakışın tedirginliği bu kısalıktan doğar. Bakabiliriz veya bakılabiliriz, bakabilme veya bakılabilme korkusu da ayrı, kısacası özel alanın her an aşılabilme ihtimali huzursuz eder, hatta son sallayışlarda utanırız çünkü hareketin yan kabindekinde ne uyandıracağını bilmeyiz. Biliriz de bilmeyiz, görmezden geliriz, sanki bir suçu gizlemekteyiz o an. Bölme yeterince yüksekse sorun olmaz, gözlerin kısıtlanması duyulan seslerin rahatsız ediciliğini azaltır, katlanırız. Buradan yola çıkayım, romandaki erkeklerin katlanabilecekleri ve tedirgin olabilecekleri sayısız olay ve durum var, bazıları arkadaşsa da birbirlerine katlanamadıkları, öfke duydukları noktalar çok, seyirler de çatılarda ve tuvaletlerde durmadan kesiştiği için tedirginliğin bütün hikâyeye yayıldığını söyleyebiliriz. Akli dengesi bozuk bir karakter dışında diğer karakterler bu kesişmelerden ötürü huzursuzdur kısacası, aslında dengesiz adamımızın da pek rahat olduğunu söyleyemeyiz, şişme bir kadınla şehri turluyor çünkü.
Kısa parçalardan ve bölümlerden oluşan romanın film haklarını Mustafa Altıoklar almış ama henüz bir hareket yok, çok da şahane olur sinema uyarlaması. Tarantino filmlerine benzer belki, metin bu açıdan Murat Menteş’in metinlerini andırıyor ama Menteş’teki uçukluk burada yok, icat farklı değilse de atmosfer başka. Karakterlerin iç monologlarına sıklıkla yer verilmişse de gözlemcinin anlatımıyla ilerliyoruz genelde, Cem’in acısıyla başlıyor olaylar. Eşi terk ettikten sonra Cem dağılmış, günlük rutinini sürdürmeye çalışırken geceleri kabuslarla boğuşuyor. Yedi adam görüyor mesela, ikisini tanıyor, ortaokul edebiyat öğretmeni ve şirketindeki çaycı. Onlar bile suçluyorlar Cem’i, Peri’nin dediğini yapsaydı hâlâ birlikte olabilirlerdi ama evcil bir adamla Paris’e gitmek isteyen kadının ilişkisi bitiyor sonunda. Çiçeklere işeme mevzusu Peri’ye duyduğu öfkenin çatlaklardan sızma biçimi, kadın neden evini barkını bırakıp gitmek istiyor ki? Bir gün Peri yok, geride pornolarıyla Cem kalmış, bir de silah. Eşinin videolarını izlerken tabancıya kafasına dayıyor Cem, göğsüne bastırıyor, ayağına nişan alıyor, sonra evden intihar etmek üzere çıkıyor ve her şey birbirine giriyor nihayetinde, Cem’in evden çıkışını toparlayacağız artık. Askerî bölgeye giderek kendini vurdurmaya çalışıyor, nöbetçinin dikkati dağılınca yasak bölgede dolanmaya başlıyor. Askerin tekine selam veriyor, komutan rolü eğlenceli. Başka ne olabilir, mesela kahraman olabilir Cem, hemen yakınlarda cayır cayır yanan bir binaya gidiyor ve anlatı boyunca karşımıza çıkan Hilmi Çiçek’le tanışıyoruz. Eski polis, herkesin sinir olduğu bir fahri kuvvet Hilmi Bey, yanından hiç ayırmadığı defterine şüpheli gördüğü isimleri yazıyor. Cem deftere kaydedilmiyor bir türlü, defalarca karşılaşmalarına rağmen Hilmi Çiçek’in beceriksizliğinden veya Cem’in yeteneğinden ötürü şüphelilerin sayısı artmıyor. Celil kaçamıyor ama, aklı kıt karakterimiz şişme kadının eve gelmesinin sebebi. Babaya göre kadın ikisinin de işini görebilir, Hilmi Çiçek’se adamın kendisi için aldığı oyuncağı oğlunun da kullanımına sunmasından rahatsız. Oğlu için hiçbir masraftan kaçınmıyor ama kadının başa ne işler açacağını da bilmiyor baba, her şey olup bittikten sonra tanıklıklarla ilerleyen bölümde olay örgüsünün en başına dönene dek Celil’in ortalığı dağıttığını anlıyoruz. Yanan binada Celil’le babası yaşıyor, yangın çıktığında Celil şişme bebekle birlikte sokağa fırlıyor ve kendisine çarpan araba serüvenini sona erdiriyor, son noktadan önce Kaya’nın Ayla’yı elde etme çabalarını göreceğiz, asansörden inerken Atakan ve Betül’le karşılaşmasına şahit olacağız, ardından Fuat asansöre binecek derken bu böyle olmayacak galiba, olay örgüsünü anlatmanın bu metni anlamak konusunda bir faydası yok. Kimin kimle nerede karşılaştığı, sonra nasıl bir araya geldiği, çatıya çıkıp intihar edecekken bir başkasını kurtardığı, kurtarılanın da aslında diğerini kurtardığı, yemek masasında birinin arka masadaki muhabbetleri dinlediği ve bildik bir şeyler duyunca mevzuya dahil olduğu bir hikâye bu, düğüm düğüm. Belki de karakterlere değinip geçmeli, diyaloglardan bir iki örnek vermeli, Abus’un mizahını sezdirmeli, kâfi.
Peri dişçiye gittiğini söyleyerek çıkmış evden, gidiş o gidiş. Çok uzaklaşmıyor ama, dişçide Funda ve Neşe’yle tanıştıktan sonra üç kadın yola düşüyorlar, “Thelma ve Loise, bir de Peri”. Yolculuğun ilk günlerinde toplam sekiz kez tacize uğruyorlar, geri döndüğü zaman Cem’e olan biten her şeyi anlatıyor Peri. Cem çatıdan indiği zaman tabii, diğer dört adamla birlikte aşağı atlamayı düşünüyor ama Peri ortaya çıkınca vazgeçti, mutlu son. Celil’in bir sonu yok ama yaşadıkları yeter zaten, şişme kadınla birlikte bindiği taksici serseri çıkınca turluyorlar, sonra taksicinin patronu Celil’e tekme tokat girince adamın kafasının kırılacağını düşünüyoruz ama Cem ortaya çıkıp silahıyla havaya ateş açınca kurtarıyor Celil’i, o bölüm matrak. Atakan ve Ufuk birileriyle birlikte olmaya çalışıyorlar, biri yazar ve biri yönetmendi galiba, sonuçta onlar da çatının yolcuları. Evet, görüldüğü üzere aklımda bu fırtınadan geriye hemen hiçbir şey kalmamış. On beş yıl önce tuvaletteki rastlaşmadan on beş yıl sonra çatıdaki rastlaşmaya dek yaşamları dağılmış, dağılır gibi olmuş veya dağılmaya teşne, bu yüzden karakterlerin tuhaflıkları aslında kaybedecek pek de bir şeylerinin olmadığını gösteriyor. En absürt olaylar bu tiplerin başına gelebilir, gelmiştir.
Gül Abus Semerci’den bahsedip bitireyim, Ömer Seyfettin Öykü Ödülü’nü 1993’te kazandıktan sonra üç kitabı çıkmış, bu kitap üçüncü ve son kitabı. Şurada Hayvan, Öküz, Yeni Harman gibi dergilerde “Peri Öztürk” adıyla yazılar yayımladığı söyleniyor, romandaki Peri’yi tekrar düşünmek gerekir mi? Gül Abus 2000’den sonra senaryolarına yoğunlaşmış, Banyo‘nun ve pek çok dizinin senaryosunu yazmış. Twitter’da biraz gezindim, şimdilerde gösterilen bir dizinin takipçileri, “Lütfen onları bir araya getiiirr, öbüşdüür!” diye ağlıyorlardı. Televizyon bambaşka bir dünya tabii, neler olup bittiğine akıl sır ermez ama Gül Abus o insanları öpüştürürse zannediyorum izleyiciler sevinçten ağlarlar. Yani bu iyi bir roman işte, sahafta falan denk gelince kaçırmayın.
Cevap yaz