Çetin Altan – Kavak Yelleri ve Kasırgalar

Altmış yıldan sonra geriye dönüp bakmanın nesi var, bir kere ürkü. Hikâyeleri tutan bağların zamanlar arasında görülebilen izi kaybolur, bağların üzerindeki hikâyecikler de kaybolur, en tam haliyle geçmiş orada durur ama bir şeylerin yittiğine dair o ürkü yok mudur, gediği kapatan o hikâyeciklerden biridir misal de harala gürelede yitmiştir, hissedilmeyen boşluk hissedilir o yaşa gelince. Derleyip toplamanın ne yolu var, belki günü gününe yazmak. Altan çocukluğunda aldığı yaraları iyileştirmenin yolunu daha çocukluğunda bulduğunu söylüyor, okumak ve yazmaktan başka tesellisi yok, yaşamını belirleyecek uğraşı varlık içinde yokluğu tattıran, yaşamayı bilmediği gibi yaşatmayı da bilmeyen ailesine borçlu. İlk bölümden başlıyor bombalama: “Elli beş yıl öncesinin taşraya gönderilmiş memur aileleri, gecesi ve gündüzü olmayan kaybolmuş bir denizde, her türlü yaşamdan kopuk bir hortlak gemisi gibi yaşarlardı.” (s. 11) Evin hanımı yün eğirir, rahat durmayan midesinden şikayet eden eşine meyve tozu verir, loş ışık altındaki manzara çocuğun içini karartır. Tavuk, pirzola, balık elle yenir, kahkaha bilinmez, şaka yapılmaz, mezar ciddiyetiyle yaşanır. “Böylesine ruhsuz bir dünyada, tek başına küçücük bir çocuk olmanın sıkıntılarıyla yalnızlığı, minicik yüreğimde katmerlenerek büyürdü. Ne bir oyun arkadaşı vardı, ne bir eğlence ne de bana dünyanın zevkli yanlarını gösterecek birileri…” (s. 13) Altan’ın bahsettiği bu sıkıntı kasaba sıkıntısıdır, küçükken Mustafakemalpaşa’da balkondan aşağı atlarsam eğlenebileceğimi düşündüren sıkıntı. Misafirlikte put gibi oturmam beklenirdi, evet, evde sessiz sessiz “beklemem”, eşyalar arasında bir eşya olmam gerekirdi, evet, Altan’ın ihtiyaç duyduğu büyüyü arayıp bulamamak bir çocuğun kalbini başka hiçbir şeyin kıramayacağı gibi kırar. Edirne’nin bilmem neresi, baba üst düzey memur, işe yaradığı iki vaka var: Gazi’nin Edirne ziyareti sırasında kafileyle birlikte dolanan köpek kaçıyor, koca koca adamlar köpeğin peşinde koşturarak çocuğu eğlendiriyorlar. Öyle heykellerindeki gibi öcü değil Gazi, koşuşturan insanları şaşkınlıkla izliyor belki, çocuğun hoşuna gidiyor bu. İkinci vaka Refik Saydam’ın Başbakanlık’ta farelerle mücadelesi. Asansöre binecekler, farenin teki vıjt diye fırlayınca Saydam bir sıçrıyor havaya, etrafındakileri azarlamaya başlıyor çünkü memleketin en üst falan filanlarından birinde fare nesi, hemen çözüm bulunsun! Keyiften geberdiğini söylüyor Altan, unutulmayacak bir anı.

1932, taşra. İzleği sıkıntı olarak belirlesek olur, dönüp dolaşıp karşımıza çıkacak. “Zaten onlar için yaşam, göğüslenmesi gereken bir can sıkıntısından ibaretti ve benim de daha konuşmaya başlarken canımın sıkıldığını söylememin yadırganacak bir yanı yoktu.” (s. 19) Altan’ı sokağa çıkarmıyorlar, huzur da vermiyorlar evde, komşu kızlarıyla birtakım maceralar olursa olur, olmazsa evdeki yardımcılarla bir şeyler. Hikmet Enişte çöldeki vaha gibi belirip kayboluyor bazen, anlattığı hikâyelerin gerçekliği değil de anlatımı önemli. Karagöz ağzıyla tanışıyor Altan, hikâye anlatıcılığının temellerini öğreniyor, yazılarında yaşatacak. Bir de Mordohay Efendi var, esnaftan bir Yahudi, o da iyi anlatıcı da 1930’larda bir “Yahudi olayı” olmuş Edirne’de, Yahudiler için dank diye tehcir kararı çıkınca çoğu malı mülkü yok fiyatına satmış, göçmüşler, üç beş ay sonra Yahudilerin kentten çıkarılmasından vazgeçilmiş ama giden gitmiş çoktan. Mordohay’ın dükkânını açmadığını gören Altan şaşırmış bir gün, babasına onun da gidip gitmediğini sormuş. Başka türlü gitmiş adam, ölmüş, onca sıkıntıya dayanamayıp göçün kurbanlarından biri olarak can vermiş. Altan çocukluğundaki sosyal çalkantıları kendi hayatına dokunduğu ölçüde ele alıyor, bu olay örneğinde görüleceği gibi vakaların öncesini sonrasını eşelemiyor. Galatasaray’da okuduğu yıllarda patlayan İkinci Dünya Savaşı açlık olarak çıkıyor karşımıza mesela, giderek küçülen öğünler karınları doyurmadığı gibi okulun civarındaki sandviççiler de vurgun yapıyorlar çocuklar üzerinden, Altan üç kuruş parasını o sandviççilere kaçarsız verdiğini, yine de aç kaldığını söylüyor, yetişkinliğindeki fazla kiloların sebebi o yıllarda alamadığı besin. Ahmet Rasim’in mi, Refik Halid’in mi, onların da anılarında açlık var, savaşlar patladıkça okulların yemekleri tatsızlaşıyor, porsiyonlar küçülüyor, ilk olarak öğrencilerin boğazı geliyor kodamanların aklına.

Sıkıntının uzantısı olarak Göztepe’deki köşkü gösteriyor Altan, dedesi Tatar Hasan Paşa’nın yedi dönümlük arazisindeki köşk başka bir hapishane. “Dört yaşında kerratı öğrenmem için odalara kilitler, sonra sınava çeker; üç kere yedinin ne olduğunu çıkartıp yedi kere üçün ne olduğunu çıkartamayınca da, bacağımdan tuttuğu gibi ikinci katın penceresinden tepetaklak aşağıdaki tulumbanın mermer yalağına doğru sarkıtırdı.” (s. 32) Hasan Paşa savaş zamanı silahlarla insanları Anadolu’ya kaçırmış, her şey olup bittikten sonra köşküne çekilip ölümü beklemeye başlamış resmen, torununu da Prusya disipliniyle yetiştirme derdine düşünce eyvah, Altan için kabus. Denize çok yakın olmalarına rağmen hiç alakaları yok sahille, İstanbul’a çıkmıyorlar, aslında köşkten dışları hemen hiç çıkmıyorlar. Yıllar sonra dönüp bakınca güzel yaşamanın reçetesini şak diye koyuyor ortaya Altan, bir kere atları satmamalı, şehri dolanmaya çıkmalıydılar. Danstır, sinemadır, bunlara gidilmeliydi, deniz kıyısı lokantaları boşlanmamalıydı, bir de topçu tarihi kitabı yazarsa dede, tamam. Memur ailelerinin çocuklarında görülen estetik birikimsizliğin temeli biraz da dededen, artık gavurluk olarak mı görüyorlar, günahkârlık mı belliyorlar keyifli yaşamayı, her neyse, ne bir gezinti ne bir tozuntu, görgü zaten diplerde, bir de misafir geldiği zaman rakı içilecek diyelim, herkes misafirlerin bok içmelerini diliyor ciddi ciddi. Müthiş bir öfke, o kadar anlamsız ki sırf bir şeyler hissetmek için öfkeleniyor insanlar sanki.

Galatasaray’da biraz olsun yırtıyor Altan, en azından iyi bir eğitim alıp sonraki yıllarda rahat edecek. Etmeyecek gerçi, yazı çizi işlerine yoğunlaşıp daha lise yıllarında gazete ve dergilerle içli dışlı olacak da para yok o taraklarda, sürekli bir borç batağında yaşayacak Altan, Ahmet doğduğu zaman hem fakülteyi bitirmek hem de çalışmak zorunda. Babası zerre yardım etmiyor hatta ondan izinsiz aile kurduğu için oğluna iyice bileniyor. Çocuk lise öğrencisiyken de pek yardımı olmamış, milletin anası babası gelip toplayabildikleri çocuklarla sinemaya, gezmeye falan gidiyor da bizimkinin ailesi ziyarete dahi gelmiyor, hani çocuğun aklı karışmasın, bir an önce okuyup bitirsin okulunu. Bahane, kötü. Hele şu nedir: “Babam liseyi bitirdiğim zaman, doğduğum günden bu güne kadar benim için yapıp not ettiği harcamaların toplamını söylemişti. Tam on bin liraya mal olmuştum kendisine.” (s. 95) Altan da bakıyor hayır yok ailesinden, hafta sonları çıkıyor, Şişli’den Kâğıthane’ye, oradan Eminönü’ne, Şişhane üzerinden Beyoğlu’na yürüyor, öğleden sonra sinemadır, kitapçıdır geziyor, tatillerini öyle geçiriyor. Okulda çok haşarı değil ama can sıkıntısını canını sıktığına pişman ediyor resmen, olmayacak kazalar onun başına geliyor, bir dünya eğlence çıkıyor da biraz şanssız Altan, hep o yakalanıyor haşarılık yapmadığında bile. Ne yapıyor başka, bol bol yazıp çiziyor, gazetelerdeki tefrika romanları okuyor, hocalarıyla derin ilişkiler kuruyor ki yıllar sonra milletvekili olduğu zaman önemli makamlara çoktan gelmiş hocalarıyla bağlantılarını farklı düzlemde sürdürecek, onların çok iyiliğini görecek. Arada da yaşama açlığını gidermeye çalışacak işte, burjuvaların güzel kızlarıyla zaman geçirirken görgüsüzlüğü yüzünden rezil olacak, aşırı meraklı bir çocuk olduğu için değişik sorularıyla hocalarını bezdirecek. Nihayetinde öğreniyor Altan, yaşadıklarından çıkardıkları bu kitapta.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!