Blaise Cendrars – Hollywood, Sinemanın Kâbesi

Müzmin gezgin Cendrars’nın yolu ABD’ye de düşüyor bir zaman, Hollywood’da iki hafta dolanıyor, olup biteni gözlemliyor. Cendrars kim? En başta şair, şiirleri Can’dan çıkmıştı bir zaman. Evi, işi, çoluğu çocuğu, eşi geride bırakıp gitmeyi över, şehirleri şiirleştirir, insanları imgelere çevirir, yaşamı edebiyata kırdırır. Bu kez gezi yazılarıyla çıkıyor karşımıza, koca ülkede oradan oraya gidip izlenimlerini anlatıyor. Hollywood’un hızlı dünyasında görüşmek istediği yönetmenlerle görüşemiyor çoğu zaman, oyuncuları yakalayamıyor bir türlü, gördüğü kadar artık. Şarlo’yu görmüş mesela, filminin galasında “elektrikli sandalyedeki gibi rahatsız” hissettiği için hışımla uzaklaşmış adam. Cendrars’nın gördükleri genellikle böyle, flaneur görüşü şehrin ruhunu kayıt altına almaktan öteye gidemese de emekçilerle görüşmeleri o dünyanın başka bir boyutunu gösteriyor. Arka plandaki kahramanlar, film sektörünün emektarları hikâye anlatmaya meyilli, Terzi Adrian ve Max Factor gibi çalışanların tanıklıkları çok değerli. 1930’lu yılların atmosferi çizimlerle sabitlenmiş, arkasında yedek lastiğin takılı olduğu klasik Amerikan arabaları, rengârenk giyinmiş insanlar, şehrin büyüsü çok canlı. “Sokaklar. Sokaklar. Sokaklar. Sokaklar. Orada düzensizlik öyle büyük, yaşam o kadar yoğun, renkli ve tuhaf ki, bildiğimiz hiçbir şeye benzemiyor.” (s. 19) Hollywood’u sevmek veya sevmemek bir kuşak sorunu, insan adımını atar atmaz Hollywood’a bayılabilir veya nefretine engel olamaz. Yaşlılar yok sokaklarda, her yer gençlerle dolu. Kafelerde ve barlarda şans peşinde koşan, yakışıklı ve güzel insanlar bekliyor, keşfedilmenin hayaliyle poz kesiyorlar. Alık turistleri ünlü yıldızların evlerine götüreceklerini söyleyip türlü mezbeleleri gösteren sözde rehberler Greta Garbo’nun sözde yirmi yaş dişlerini, Şarlo’nun bir aksesuarını iyi paralara kakalayabiliyorlar, dolandırıcılık sektörü de gelişmiş. Adından başlamalıydı belki de, Bayan H. H. Wilcox çobanpüskülü anlamına gelen “hollywood” adını kocasının sahibi olduğu parsellere verirken batıl inancını düşünmüş, bitkinin adı kulağa hoş gelmesinin yanında mutluluğu çağırdığı için 700 sakini bulunan o topraklara verilecek adı fazla düşünmemiş. Ne yazık ki İngiltere’den getirdiği fidanlar kısa süre sonra ölmüş, şehrin adında yaşıyorlar. 1887 tarihli bir belgede ilk kez geçiyor “Hollywood” adı, belgede parselin anayolu günümüzde Hollywood Bulvarı haline gelmiş, muazzam değişim. İnsanlar çağlar öncesinden gelip yerleşmişler oraya, zamanında gökdelenlerin temeli için yapılan kazılarda mamut iskeletleri çıkmış, bölgede av hayvanları bolmuş, Kızılderililer keyifle yaşamışlar orada. İspanyol kaynaklarında da bölgenin cenneti andırdığı söyleniyormuş, binlerce insanın yaşaması için ideal bir alan.

Cendrars’ya göre New York tam bir keşmekeş, üstelik ülke buhranın etkilerini tam atlatamadığı için hırsızlık kanıksanmış, şiddet olayları ayyuka çıkmış. Amerika’nın yüzünü Avrupa’ya dönmesi lazım, yirmi beş yıllık istikrar için eski dünyadan öğrenilecek çok şey var. Göçmenler ülke için can damarı, kısıtlamalara gidilmesine karşı çıkıyor şair, kota uygulaması yeni kanın ülkeye akmasını engelleyeceği için gelecek pek parlak olmayacak gibi gözüküyor o yıllarda. Diğer yandan gelir dağılımındaki adaletsizlik o yıllarda dikkat çekici boyutlara ulaşmış, Cendrars mevzuyu biraz eşeleyince ailelerin çoğunun 1.500 dolara ulaşmayan bir parayla geçinmek zorunda kaldığını öğreniyor, dehşete düşüyor. Böylesi kaygı verici bir durumdan haberi yok Hollywood’un, insanlar bir gün içinde zenginleşebiliyorlar, dolayısıyla arabaya binmeyen her insan polise göre şüpheli. İç Savaş’tan sonra bağımsızlıklarını biraz olsun kazanan siyahilere zorluk çıkarmak için uydurulan “serserilik” suçu burada renk ayırt etmiyor, Cendrars bir gece yarısı sokaklarda yürürken polislerce yakalanıyor, karakola götürülüyor, arkadaşı gelip çıkarıyor oradan. Ünlü bir pilot da aynı akıbete uğruyor, polisler Atlantik’i geçen ilk pilotlardan birini hapsediyorlar, medyada adı sıklıkla geçen bir insanın arabasız dolanabileceğini düşünmüyorlar çünkü. Meksikalılara baskı var yine, istenmiyorlar. Şairin tanık olduğu gözaltına alma olayları var, yakalanan insanlar sopa yiyorlar biraz, ardından bir daha o şehre gelmeyeceklerine yemin edenler hemen bırakılıyorlar, diğerleri bir süre daha orada tutuluyor, mahkemeye çıkarılmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. İlginç bir nokta, Cendrars bir muhabirin tamamen nesnel bir şekilde çalışmaması gerektiğini savunuyor, izlenimleri aktarırken iz bırakıcı ifadeler kullanılmalı, mevzu biraz süslenmeli, okurun zihninde yer edecek şekilde yazılmalı. Yeni Gazetecilik’in temelleri bunlar.

Hollywood’a geleceklerin reklam yapmaları lazım, duvarların ardına geçebilmek kolay değil. Dante’nin alevlerle dolu mekânının girişinde yazan yazı işte, umutlar geride kalacak, bir benzeri stüdyoların girişlerinde yazıyor. “Boşuna beklemeyin, kalabalık yapmayın, kimseyle görüşemezsiniz, iddianızın aksine kimse sizi tanımıyor burada, tavsiye üzerine gönderilmiş olmanız hiçbir işe yaramaz, giremezsiniz.” Universal’ın başkanı Carl Laemmlé iyi bir fikirle gelen insanlara 50-100 dolar arası bir para veriyor o zamanlarda, bunu duyan herkes kapıya yığılıyor. Girebilirlerse, eh, senarist adayı olacaklarını düşünüyorlar. MGM’in kapıcısı aynı anda on bir telefona birden bakıyor, ahtapot gibi. Kablolar birbirine dolanmış, birilerini birilerine bağlarken kendi elini kolunu da kablolara bağlıyor bir güzel. Almanya’dan yeni gelmiş o sıralarda, genç bir Nazi. Savaş sırasında ne olmuştur acaba? Paramount 1935’te hayranlara 750.000 artist fotoğrafı postalamış, Clara Bow’a bir hafta içinde 35.000 aşk mektubu gelmiş. İntihar eden hayranların yanında emekçilerin, oyuncuların intiharları da sıklıkla duyuluyor, Cendrars’ya göre dünyanın hiçbir yerinde, belki Monte Carlo dışında Hollywood’daki kadar intihar vakası yok. Şair gidip belgeleri almış, intihar yöntemleri muhtelif. Çalışma şartları çok ağır çünkü, günlerce çekim yapılıyor, herkes her an hazır olmak zorunda, kronometre tek patron. Ücretler hayli yüksek ama iş yetiştirme baskısına değip değmediğini bilmiyoruz. Film çekimini koca bir makinenin çalışmasına benzetebiliriz, Cendrars görevli birimleri ve çekim aşamalarını teker teker, maddeler halinde yazmış. Düşünce, okuma, uygulama, yasallık, tasarı ve ardından çekim aşaması. Araştırmacılar tarihi bir filmin gerçeğe uygun olması için kitapları karıştırıyorlar, Sezar’ın önünde mızrak taşıyan insanların sayısı, Javalı kadının tarağının biçimi, diş sayısı gibi detayları buluyorlar. Işıkçılar, patlayıcı uzmanları, aşçılar, koca bir şehir sanki. Şehir içinde şehir.

Oyuncuların kaprisleri de ilginç, Cendrars ortamı Bizans’a benzetiyor, insanlar birbirlerinin ayaklarını kaydırmaya çalışıyorlar sıklıkla. Marlene Dietrich’in restiyle birlikte çekilecek filmin prodüksiyonunun başına bir başkası getiriliyor, belki de ilk kez o kadar büyük bir olay yaşandığı için şaşkınlıkla karşılanmış bu mevzu. Yeni yıldızları bulma çabası belki de bu olaydan sonra hızlanmıştır, gece vakti ünlü mekânlarda takılan yıldız adayları keşfedilmeyi bekliyorlar yine, keşfedilenlerin yanlarında menajerleri ve talent-scout denen yetenek avcıları var. “Menajer elinin altında, yalnızca kadın ve erkek yetenekler bulundurmak ve sürekli yeni yetenekler aramak zorunda olmakla kalmaz, aynı zamanda doğru insanın üzerine oynaması da gerekir. Bu nedenle menajer, her zaman hayalci bir adam olmalıdır.” (s. 127) Entrikacı da olmalı, temsil ettiği oyuncuları yapımcılara “satabilmeli”, çok sıkıntılı bir meslek. Hemen her mekânda birkaçına rastlanabilir, bunun yanında öyle mekânlar var ki ancak çaresiz olanlar oralara gidip yeni yetenekleri kovalayabilir, cüzdanı kaptırmayı göze alarak.

Pek hoş bir panorama sunuyor Cendrars, Al Capone’un Miami’deki kumarhanelerinden Los Angeles’ın karakteristik sokaklarına pek çok yere değiniyor, eğlence sektörünün kalbinde serserilik ediyor. Hoş bir anılar derlemesi olarak okunabilir, gazetecilik başarısı olarak da görülebilir ama en başta iyi bir metin olarak değerlendirmek gerek.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!