Bekir Yıldız – Alman Ekmeği

İki günlük tren yolculuğunun ardından Walldorf, anlatıcının on yıl önce fabrikalarından birinde çiğnendiği, şimdi arkadaşını ziyaret edeceği şehir. Fabrika yol kenarında “timsah” gibi duruyor, içi emekçi dolu, on yılda üç binden beş bine çıkmış çiğnenecekler. Timsahın ağzı açık, dişlerinin arasını temizleyip karnını doyuracak kuşlar gelip gidiyorlar, beş bin kişi. Treni hatırlıyor anlatıcı, bir dünya işçi yeni dünyalarına adım atıyorlar, birinin sırtında kırbaç izleri. Ekmek için kırbaç, hayır, ekmek için makineleşme artık, memlekette ekmek kırbacın ucundaysa burada timsahın ağzında, huyunu suyunu bilince hayvana yedirmez kendini işçi de ne örgütlenmeyi biliyor, ne yeni dünyanın huylarına aşina. Yollar genişlemiş, çimenliklerin üzerine fabrikalar oturtulmuş, anlatıcı şaşkın. Çocuğunu hatırlıyor, on üç yaşındaki oğlan okulda, şanslı olanlarla birlikte. Kimi okuyamıyor, atölyelere yığılıyor, imal ettikleri plastik oyuncaklardan alabilmek için çok gün çalışmalılar. “Oğlumun, sarı, ince bıyıkları terliyor, titriyor. Bütün oğulların sarı, ince bıyıkları terliyor, titriyor. Anladılar belki de: dünyada azalıyorsa petrol, petrole sahip ülkelerin halkları, haklarını yedirmek istemiyorlarsa eğer, petrolü ele geçirmiş Batılı kumpanyalar adına çöllere gönderileceklerini. Gönderilip vuruşturulacaklarını, yakın bir gelecekte…” (s. 8) Anlatının ilk bölümü bitiyor böylece, fragmanlar halinde bütün. “Kadınlarımızın Kırkta Biri Almanya İçin Gebe”de Müller’in, dostunun evine gelmiş anlatıcı, Müller’in eşi Renata karşılıyor, misafire oturması için yer gösteriyor ve televizyonu izlemeye devam ediyor. Fezadan dönüyormuş astronotlar, çok ilginçmiş, bu yüzden ilgilenmiyor anlatıcıyla. Buradan itibaren Almanların geleneği göreneği, toplumsal çalkantılardaki tepkileri, neleri varsa bombalanıyor, Yıldız’ın belki de en sert, en eleştirel metni bu. Öfkesinin gözü kör sanıyorum, mesela Türkiye’den üç giysi getirmiş anlatıcı, hediye ediyor, Renata hemen yıkayıp asıyor giysileri. Bunları konuğun önünde yapması, eh, hoş olmayabilir ama anlatıcı düşünüyor, Renata elbette mikroplu olduğunu düşünecek giysilerin, sonuçta Türkiye’den geliyor, çocuklar da anlatıcıdan uzak durduklarına göre pislik saçtığını düşünüyorlar. Türklerin çocuklarını alacaklar ama, çalıştıracaklar, hizmet ettirecekler. Kırk gebeden birinin çocuğu işçi olarak gelecek oralara, aşağılanacak. Kendisi aşağılanmış, on yıl önce gelip kaldığı evi çekip çevirememiş bazı günler, komşusundan borç ekmek alırmış da tartarak verirmiş yaşlı komşu, oğlu tröst haline gelen marketlerden birinde çalışmasına rağmen. Öyle olmazmış yani komşuluk, nerede Türklerin sıcaklığı falan filan. Sonra bir gün anlatıcıyla eşi meraklanmışlar, kadından ses seda yok, ışığı açık ama fena bir koku geliyor içeriden. Bizimkiler gecenin bir yarısı uykularını bölüp kapısına çıkıyorlar kadının, kapının altından bakıyorlar, kadın öylece yatıyor yerde. Öleli birkaç gün olmuş, ekranda günün haberleri. Hikâyeler iç içe, Müller’le birlikte sokaklarda dolanıyor anlatıcı, tramvayları görüyor. “On yıl önce de vardı. Belki de bütün on yıllar, yüz yıllar boyunca olacak, bu kolayına aşınmayan, bu lastiği demir olan, akaryakıt masrafı elektrik olan tramvaylar… Demek diyorum, kendi kendime, Almanya bizden geri! Bizden yoksul! Hâlâ tramvaylar sökülmemiş!..” (s. 16) İstanbul’da sökülen hatlardan, hatların sökülme gerekçesinden bahsediyor anlatıcı, Fatih Harbiye‘nin mevzusu. Sonra emperyalizme karşı eylem yapan öğrencileri görüyor, taşların sopaların havalarda uçuştuğu eylemlerden biri. “Çift çift olmuş sevişenler” var, herkes hippi kılıklı, sakallı bir genç kâğıt tutuşturuyor gelenin geçenin eline. “İkinci Dünya Savaşı’nda, Amerikalılar Heildelberg’in doğal güzelliğine kıyıp bombalamamışlar. Bombalamamışlar ama, Heildelberg savaştan sonra bombalanmış. Başka bir yöntemle. Yeni bir yöntemle. Amerikan kapitali, Amerikan kültürüyle bombalanmış. Gelenleri görüyorum çünkü. Başkaldıran gençleri görüyorum. Başlarında, bir bira fabrikasına ait kâğıttan şapkalar var. İçmişler. Sarhoş çoğu. Ellerinde bira şişeleri. Bağırışıyorlar.” (s. 17) Yadırgıyor anlatıcı, başkaldırı görmemiş olsa etkileneceğini söylüyor, Müller dostunun geldiği yeri unutmuş mu? Gençler bir yandan slogan atıp diğer yandan dalgayı hiç indirmeyen bir ilaç bulunmasıyla ilgili konuşuyorlar, veya kadınlarınkini büzen bir ilaç çıkmalıymış. Eve dönüyorlar, Renata’nın izlediği film: adamın biri eşine sevişilecek adam buluyor, mevzuyu izliyor, sonra mutlu mesut yaşamaya devam ediyorlar. Yani Almanya çürümüş, Alman insanında ar, namus, ahlak falan hiç kalmamış, sanırsın herkes birbirini ağızdan öpüyor, sevişesi gelince çekiyor ağaç altına, bum çiki bum eyliyor. Ne pis toplum yarabbi, ne dejenere, anlatıcı neredeyse kusacak gördüklerinden. Kuşlar şunların kafalarına taş yağdırmaya başlar yakında, helak olur bu fik fik toplumu, edepsiz güruh. Batı’yla göbek bağımız kopmadıkça biz de bu hale gelebilirmişiz, sekslerimiz abur cubur olabilirmiş, oysa seks ciddiyetle, dolu dolu yapılması gereken bir şey.

Dost Otto’yu ziyaret. Hitler’in ordusunda askermiş Otto, Doğu’da bacaklarını kaybetmiş, devlet Otto’ya baksın diye eşine maaş bağlayınca eve kapalı bir hayat başlamış. Yıllardır aynı durumdalar, kadın sıkılmış ama güler yüzünü eksik etmiyor, anlatıcıya göre “eski kadın”lardan olduğu için. İşsizlik çekilir değilmiş o zamanlar, Hitler başa gelince herkese çalışma olanağı yaratmış da ne için çalışıldığı belli. Şimdikiler de ne için çalıştıklarını bilsinler, Otto uyarıyor arkadaşını, gidip işçileri uyandırmak için elinden geleni yapmalı anlatıcı. Almanya kendi işçilerini çalıştırmadan finanse ediyor savaşı, bunu ancak işçi hareketleri durdurabilir. Rahibelere fabrika kapıcılığı yaptırmayı da işçiler durdurabilir, anlatıcı on yıl önce eşiyle birlikte çalışırken çocuklarını emanet ettiği rahibeyi buluyor, misyonerlik faaliyetlerini soruyor ucundan. Evet, Türk çocuklar da haç çıkarıyorlar. Evet, Muhammed’i anlatmıyor rahibe, çocuklar İsa’dan sonra bir başkasına ihtiyaç duyarlarsa kendileri keşfedebilirler. Derken yine evdeyiz, Renata’nın berbat yemeklerini yüzünde memnuniyet ifadesiyle yiyor anlatıcı, Müller’in küçük kızı ekmek kırıntılarını masadan yere dökünce kaygılanıyor, nimeti yerden toplamak istiyor. Müller makineye saygı duyduklarını söylüyor, ekmeğe değil, yarattığına bağlı kalıyor insanlar. Kadınları kıskanmamaları bu yüzden, onlar toplumun malı, erkekler arabalarından daha çok sorumlu. Anormal şekilde şişmanlayan bir yeğeni varmış Müller’in, rahatsızlığının sebebi annesinin her gün yutmasını istediği doğum kontrol haplarıymış, hani on iki yaşındaki kız sevişmeye falan kalkar da hamile kalır diye. Televizyonda bir program, yabancı işçilerin yaşamlarından kesitler, Fadime’nin cıvıl cıvıl yaşadığı sığınaktan bozma evi görüyoruz. Hitler de öyle bir yerde yaşamıştı, anlatıcı Fadime’yle Hitler’i yan yana koyuyor. Çok korkunç: anlatıcıya verilen odada iki de kaplumbağa var, ortalıkta geziniyor çünkü Renata anlatıcıyla kaplumbağaları bir tuttuğu için kaldırmamış kaplarına. Anlatıcıyı da kaldırıp koyabilir, öylesi hayvan görüyor anlatıcıyı. Bunlar hep anlatıcıya göre tabii, hediye giysilerden ve kötü yemekten başka hiçbir şey yok metinde. Son olarak mahkeme faslını anlatayım, Müller’in kayınbiraderiyle davası var, kaynanası ölünce kadının televizyonunu alan Müller’e kayınbirader dava açmış çünkü televizyonda hakkı varmış. Müller’e göre yokmuş, kadını kaç yıl görmemiş oğlu, üstelik kadının elini cebine sokturmayan Müller bütün ihtiyaçları cebinden karşılamış. Faturaları var. Anlatıcı dehşete düşüyor, acaba kendi misafirliğinde harcananların kaydı da tutuluyor mu, Müller, Renata ve çocukları Türkiye’ye gelip kaldıklarında kendi de tutmalı mıydı harcamaların hesabını, bu ne biçim dünya, ne biçim aile yapısı, her şey ne biçim. Başka bir davada iyilik yüzünden başı derde giren Türk’ün kıvranışını izliyoruz, adam otostop çeken bir Alman’ı almış arabasına, sonra uyarı levhasını görmediği için dikkatli kullanmamış arabayı da yola fırlayan bir geyiğe çarpmış, otostopçu yaralanmış, sigorta hastane masraflarını karşılamadığı için Türk’ün ödemesi gerekirmiş faturayı. Ama iyilik hani. Ama dikkatli kullansaymış hakime göre.

Almanya manzaraları. Bir süre sonra boğuyor eleştiriler, kısmen kör öfke.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!