Álvaro Mutis – Son Rıhtım

Mutis’in Yedi’den çıkan Tropik Güncesi‘nde Güney Amerika’nın ırmakları, dereleri, muhtelif su yolları etrafında yaşamını sürdürmeye çalışan insanları görüyoruz, sıcaktan ve suyun güvenilmezliğinden bunalmış insanlar kaybolmuşçasına dolanıyorlar, suyun dibinde bitmiş tropik bitkilerin labirentinden çıkmaya çalışıyorlar da ne için, tekrar suya dönmek. Daracık ırmaklarda yolunu bulmaya çalışan, bitkilerin hapsettiği insanların yalnızlığını anlatan bir sözcük var mıdır acaba o yörenin dillerinde? Bu kitabı Tramp Steamer’ın Son Durağı adıyla Yedi de basmış, çevirmen yine Pınar Savaş, ben Turkuvaz Kitap’tan çıkmışını okudum. Mutis günceli metnindeki gibi bir kısılmışlığı ele almıyor bu kez, Tramp Steamer‘ın peşine düşen karakterin hikâyesine karakterin dinlediği hikâyeyi katarak kabaca iki bölümlü bir yapı kuruyor. Anlatının başında kendi sesini duyurduğuna, hadi inanalım, hikâyeyi anlatmak için sayısız yol olduğunu, kişisel deneyimlerinden yola çıkarak bir başlangıç belirlediğini söylüyor, aslında hikâyeyi olağanüstü bir biçimde anlatabilecek dostunun yazmasını istemiş ama yaşamlarının karmakarışıklığı, dağınıklığı yüzünden Márquez’e kısmet olmamış bu. Arka kapakta Márquez’in Mutis’i övdüğü bir yoruma yer verilmiş, en azından kitabın tanıtımına yardımı dokunmuş dostun. İşte, Mutis anlatacaklarının büyüsünü kaçırmaktan korksa da aşkın gücüne inanıyor, aşk anlatılacaksa efsanelerden bir şeyler de taşıyacak demektir metin, Marcel ve Albertine vardır, Tristan ve Isolde vardır, anlatıda bir yerden çıkarlar veya çağrışırlar. Mutis’in yaşadığı bir aşk değil bu, o sadece dinleyecek ve dinlediklerini aktaracak. Şahit olduğu kısım gemiyle ilgili, Helsinki’ye doğru yola çıktığında aklına ülkenin ünlü bestecisi ve Nobel ödüllü yazarı geliyor, başkaca soğuk var, daha Helsinki’ye gelmeden hissettiriyor kendini. Başka bir şey daha var ama, Tramp Steamer heyula gibi çıkıyor ortaya bir an, anlatıcının zihninde bozulmaz bir anıya dönüşüyor. “Berbat bir yara almış kertenkelenin yavaşlığıyla aniden görüş alanıma girdi. Gözlerime inanamadım. Arka plandaki St. Petersburg’un muhteşem görüntüsünün önünde, kargo gemisi, su çizgisine kadar varan kir ve gövdesindeki paslı yarıklarla manzaraya egemen oldu. Kumanda köprüsünün, güvertenin, tayfaya ve arada bir gemiye binen yolculara ayrılmış kamaraların bulunduğu bölüm çok eski bir tarihte beyaza boyanmıştı. Şimdi üzerindeki kir, yağ ve pastan oluşmuş tabakayla belirsiz bir renge bürünmüştü: sefilliğin, geri dönüşü olmayan çürüyüşün, çaresizce durup dinlenmeden kullanılmanın rengi.” (s. 13) Büyülü bir dev yavaş yavaş geçip gidiyor, güvertede hayalete benzeyen tayfadan birkaçı, kaptan köşkünde bir gölge. Bu gölgenin anlattığı hikâyeyi dinlemeye daha yıllar var o sıra. Gemi ıstıraplarını dünyanın bütün denizlerine sürükleyerek inatçılığını, yenilmezliğini gösterse de ömrünün sonuna geldiği bariz, anlatıcı kardeşi olarak görmeye başladığı gemiyle kader bağı kurduğundan takıntı haline geliyor bu durum. Dünyanın hemen hemen bütün denizlerinde yol almış anlatıcı için kardeşiyle karşılaşmak tesadüfün de ötesinde bir mucize kabilidir. “Yaşam açık kalmış hesapları kapatmak için arada bir öyle şeyler yapar ki, aldırmamak pek tavsiye edilmez. Bunlar düşler ve fanteziler dünyasında kendimizi kaybetmememizi, gerçek kaderimizi yaşadığımız zamanın sıcak ve gündelik akışına geri dönmemizi sağlayacak bilançolara benzer.” (s. 15) Kosta Rika’da karşılaşırlar sonra, anlatıcı işi gereği gezip dururken egzotik yerlere de gider, insanların tekinsizliği rahatsız etse de yaşamın bilmediği yönlerini keşfetmek, deneyimlemek ister. Arkadaşı Marco’yla birlikte tekne gezisine çıkarlar, flörtöz bir kadının yazarlığıyla ilgili sorularına üstünkörü cevap verir ve sıkıntısının tam kalbinde kardeşini görür, Tramp Steamer yanından geçerken gemicilerin İngilizce, Türkçe ve Portekizce konuştuklarını duyar. Kadın gemiye bakar, Panama’ya bile varamayacağını söyleyince anlatıcının öfkesini çeker, adam kadınla azıcık uğraşır. Sonraki karşılaşma yüz yüze değildir, anlatıcı Jamaika’ya inmek üzereyken gemiyi tepeden görür ve oteline yerleştikten sonra limana giderek güvenlik görevlisine rüşvet verir, geminin kaptanına vermek üzere bir paket getirdiğini söyleyerek içeri girer. Yükleme işi bitmiş, gemi henüz kalkmıştır, anlatıcı bakakalır. Son kez Trininad’da karşılaşacaktır, hızla yağan yağmurun dipte toplayacağı kumlara aldırmadan, tehlikeye göğüs gererek ilerlemektedir Tramp Steamer, ölümüne koşan bir yığın halinde gözden kaybolur. Zaman geçer, anlatıcı kardeşini unutur ve Kaptan’la karşılaşana kadar o deniz benim, şu deniz de benim, savrulup durur. Şanslıdır, gerçi ömrü denizde geçtiği için er geç gerçekleşecek bir karşılaşmadır muhtemelen, Kaptan’la aynı masada bulur kendini ve kardeşini hatırlar, bir daha görüşememelerinin nedenini öğrenir.

Ömürlerini denizlerde harcamış iki adamın arasında doğal bir yakınlık oluşur hemen, günlerce sohbet ederler, sonra mesele Tramp Steamer‘a gelince anlatıcı heyecanlanır. Kaptan gemisinin hikâyesinden önce kendi hikâyesini anlatmaya başlar, malum aşk hikâyesi de böylece ortaya çıkar. Özellikle Doğu Akdeniz’in kaotik olduğunu anlatır Kaptan, oralarda kanunlar eğilip bükülür, armatörler yasa dışı işlere de rahatlıkla girerler, verilen işi soru sormadan yapmak yazısız bir sözleşme gibidir oralarda, tabii iş kabul edilirse. Kaptan’a Lübnanlı bir adam ve ortağı ulaşırlar, akrabalarından miras kalan eski bir gemide çalışması için teklif götürürler. Bir şartları vardır, Lübnanlı Abdül Beşir’in kardeşi geminin sahibi olarak Kaptan Jon Iturri’yle tanışmalıdır. Jon hemen tutulur, gözlere muhtemelen. Esmer Varda yirmili yaşlarının başındadır, ailesinin baskılarından bıktığı için eğitimini Avrupa’da sürdürürken sık sık seyahate çıktığını anlatır. Ellilerindeki Iturri ilk karşılaşmada şapşala dönmemeyi başarırsa da ikinci buluşmada bırakıverecektir ipleri. Varda da kaptanlık için bir şart koşar, gemisini görmek istediği zaman kendisinin belirlediği bir limanda buluşacaklardır. Böylece yıllara yayılan aşk serüveni başlar, Iturri gemisiyle birlikte dünyayı dolaşırken Varda’dan haber almayı bekler, Helsinki’de ve daha pek çok yerde buluşurlar, birkaç gün geçirirler. Fazlasını istemez Iturri, kadının isteklerine saygı duyar, bir sonraki buluşmaya kadar yeryüzünde dolanıp durur. Konuştukça ortaya çıkacaktır ki anlatıcının gemiye rastladığı tarihler Iturri için de aşkının dönüm noktalarını oluşturmuştur, bu tesadüf ikisine de pek anlamlı gelir. Görüşmelerinin nasıl sona erdiğini de anlatır Iturri, Abdül Beşir’in daha en başta şüphelendiği gibi Varda’yla Iturri’nin birlikte olacaklarını düşünmüştür ama zaman içinde tükenmelerini bekler muhtemelen, beklediği gerçekleşmeyince bir gün Varda yerine kendisi gelir buluşmaya. Kabalık yapmaz, Iturri’ye duyduğu saygıdan hiçbir şey eksilmemiştir, sadece Varda’yla buluşmalarının bir gün sona ereceğini hatırlatmak istemiştir. Zengin talipler ortaya çıktıkça Varda’nın geleceği belirlenmiştir, memleketi dışında özgürce yaşayan Varda kısa bir süre sonra doğduğu topraklara dönecek ve aile kuracaktır, Iturri buna hazırlansa iyi olur. İlişkileri gemi varlığını sürdürdükçe sürecektir açıkçası, Tramp Steamerın sonu yaklaştıkça yaşanacakları kabullenir Iturri, son yolculuğunda geminin daha fazla seyri kaldıramayacağı anlaşılınca canından bir parçayı geride bırakmış gibi olur, gerçekten de Varda’yı göremeyecektir bir daha. Hikâyesinin basit ve yavan bulunabileceğini söyler Iturri, Varda’yı görene dek. Aşkın yoğunluğu en klişe hikâyeyi bile dinlenilir kılar. Anlatıcı da katılır bu görüşe, aslında hep aynı hikâye anlatılmaktadır ama zaman, insan, mekân değiştikçe hikâye de değişir. Değişmez de değişir, kıymetini yitirmez en azından.

Mitolojik göndermeleriyle, dünyanın saklı veya açık manzaralarıyla tam bir yol anlatısı, aşk anlatısı bir yandan, tesadüfleri kutsayan da bir anlatı. Hasılı anlatı. Denk gelenin okumasını dilerim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!