Akira Mizubayashi – Bin Yılın Aşkı

Şeylerin denkliği sihre benzeyebilir. Sabaha karşı Kalamış, kaldırım kenarı, yirmi yıldan sonra bir eli tekrar tutmanın büktüğü sesi kreşendoya alabilirim çünkü muvmanın nereye gideceğini bir o an bilmişimdir, mesela bittiği o eli görene dek aklıma gelmemiştir. Sessizlik bir ese sığmaz, nefesi en usul üflemeliyle belki, verebilirim, hiç aklıma gelmemişti çünkü aklımı biçimleyen şeyler olmamıştı o âna dek, nota kâğıtları üzerindeki biçimler uğultuya dönüşmemişti, nöronlar o tür bağlantılar kurmamıştı, falan, şeyler hiç denk gelmemişti öyle. Öyküye en yakın andır. Yazmayacağım. Sokağın uykusunu iki ışık böler. Dükkânların ve gözlerin ışıkları. Ercihan’la yabanı ve ehli konuştuk bugün, ben art zamanlı düşünmüştüm ama o eş zamanlı yürüyebileceğini de söyledi ki makul, elini tuvalden kaldırma ânını bilmesi bilmemesinden daha şiddetliyse o zaman es, yoksa ellerden sonrasını da düşünmek mahvediyor büyüyü. Düşünmedim, düşünmediğimin farkına bugün vardım, şükrettim. Bir gecenin nereye uzanacağını bilmemek ama neleri taşıyabileceğini anlamak. Buydu. Mizubayashi romanını yazmış, müzikle performansın, aşkla vokalin, sonra hepsinin denkliğine dair ne bölümler var, dört dörtlük. Çok da öze inmeyen bir örnek, iyi bir örnek yani: “Figaro, Susanna’ya Kont Almaviva’nın onlara tahsis ettiği odanın ne kadar güzel olduğunu anlatırken neden buna onun kadar sevinmediğine anlam veremiyor. Aslında Susanna, çiftin İspanyol sosyluları karşısındaki durumuun ondan çok daha farkında. Metin, kadınların erkeklerden üstün olduğunu öne sürüyor. Fakat beni buna asıl ikna eden müzik ve her şeyden önce sizin sesiniz oldu. Örneğin, ‘Ding, ding!’ ve ‘Dong, dong!’ seslerini taklit ederken nota dizilerini muhteşem bir şekilde cümleleştirmeniz, daha yukarıdan baktığınıza, durumu eşsiz bir biçimde kavradığınıza işaret ediyor!” (s. 49) Alımlama benzerliğinden doğan bir yakınlık Sen-nen’in hissettiği, Clémence S.’in performansını dinlemeden çok önce, daha çocukluğunda müzikle bağ kurmuş, enstrüman çalmak istemişti ama Fransızca üzerine çalışmaya başlayıp tutkusunu geri plana itmişti, Figaro’nun Düğünü‘nü zaten çok seviyor, farklı versiyonlarını dinlemekten keyif alıyordu ama asıl etkiyi Clémence S.’i dinledikten sonra anladı: bedenden bağımsız değil, sesin kendine has formunu ortaya çıkarmak için gereken enstrümanlar yücelikten bir parçayı elbet taşıyorlar da insan sesi kadar dolaysızını ancak o anda bulmak mümkün, o salonda, Clémence S.’te. Jest, mimik, tansiyon, her ayarın bakışımını düşünüp de çalışmak var, bir de doğal yeteneğin kendinden ayarladığı performans, Clémence S.’te ikincisi öylesine kuvvetli ki Fransa’da okulunu bitirmeye çalışan Sen-nen defalarca izliyor operayı, hiçbir geceyi kaçırmıyor. Sonuncu gösteride artık tanışabilir hayran olduğu kadınla, salondan çıkıp evine gidiyor, epifaniye kapılı halde sabaha kadar mektuplarını yazıyor, ertesi gün mekânın çalışanlarından biriyle gönderiyor. Aslında beklentisinin olduğunu söyleyemeyiz ama Clémence S. o kadar etkileniyor ki tanışmak, mümkünse biraz zaman geçirmek istiyor. Otuz yıl sonra tekrar yapacaklar bunu, yaşamlarının seyrine pek değinmeden özlem giderecekler. Kavuşamamanın acısı elbet var, yine de asıl acı bence öyle bir epifaniyi başkasında bulamamalarından. Müziğin verdiği coşkunluğun daha sahicisini arayan Sen-nen için kusursuz performans, bir nevi kusursuz, sanat dolu yaşam, bu yüzden Clémence S.’e onca mektup yazdı, kart attı da son mektubunda çok büyük bir yeteneğin ışığını soldurmak istemediği için -sadece gelişmeyi, yetkinleşmeyi düşünür Sen-nen, duygusal ilişkileri cortlatıcı bir mizaç özelliği falan değil söz konusu olan- artık mektup yazmayacağını, görüşme hayallerinden vazgeçtiğini belirtti. Clémence S. de aynı bağı kurmuştur, izleyicisine karşı tam olarak ne hissettiğini örtük biçimde anlattıklarından biliyoruz ama Sen-nen’in iç dünyasını gördüğümüz gibi onunkini göremiyoruz, yarı biçimlenmiş bir figür olarak kalıyor. Bu noktada Mizubayashi’yi eleştirmek lazım, karakterlerini bir tezi doğrulamak ister gibi konuşturur, üstelik kuru kuru konuşturur, analitik diyaloglar o aşkınlığa dair hiçbir ipucu vermez. Sen-nen geldiği kültürden ötürü tek seslidir diyelim, gençliğinden itibaren aşmaya çalıştığı renksizlikten kurtulmak için Japonya’yı bırakıp Fransa’ya gelmiştir zaten, üstelik klasik müziğin çoksesliliğine sığınmış, mono işlerden kendini sakınmıştır. Baskının, despotizmin gölgesinden kaçınmak. Hikâyenin sosyopolitik yanı buradan görünür, görünür de Sen-nen’i aşırı eklektik gösterir aynı zamanda, LEGO parçasına takılan LEGO parçası gibi, ne sarmala ne paralele gelir. Övüverelim: Mizubayashi metni operanın bölümleriyle kurgulamıştır, zaman atlamalarıyla karakterlerin yıllar sonrasına, öncesine gidiverir hikâye, çizgiselliği bozar ki iyi bir şeydir bu bozum, tekdüzelikten kurtarır. Ne vardı bizde, Doğan Akhanlı’nın Fasıl‘ı, benzer bir biçime sahipti. Çok sağlam roman bu arada, tavsiye ederim. Neyse, Sen-nen’in Japonya’daki yaşamından başlamak daha iyi olacak, kıvılcım ilk orada görülüyor. Yazının yarıya yakını bitti, yeni başlıyoruz.

Ölümünü hemen ertesi günü ölmek istediğini söyleyen baba öldüğü gün ölür, babadan çok daha genç olan anne de birkaç yıl sonra aşırı bunamadan ölünce yalnızlığı, yalnızlığıyla birlikte tutkusu iyice perçinlenir Sen-nen’in, korkularını unutacağı kadar uzaklara kaçamamıştır ki Mathilde’in kalp atışlarını hissetmeden nasıl yaşayacağını düşündüğü zaman erken ölümler gelmiştir aklına. Dünyanın Bütün Sabahları‘nda sanatın ölümü nasıl yendiğini hatırlamasıyla Figaro’nun Düğünü‘nün afişini görmesi arasında zaman farkı yoktur pek, çocukluğunda Japonya’da izlediği opera hem Mathilde’i hem ailesini yaşatabilirse, tabii Clémence S.’in anısıyla birlikte, büyük bir yükün altından kalkacak demektir ki bir operaya bunca anlamın yüklenmesi son derece olasıdır, sonuçta nelere neler yüklenmez ve neler neleri taşımaz. Evet. Uzun zamandır hiçbir etkinlik yok hayatında, eşinin yanından ayrılmıyor Sen-nen, bir ara Mozart dinleterek eşinin azıcık iyileşmesini bile sağlıyor ama acı sona da pek bir şey kalmadığının farkında. Gençliklerinde bir müzik kampı, tanışmışlar, birbirlerinin performanslarını değerlendirmişler ve tutkularının benzer şiddette olduğunu anladıklarında biliyorlarmış artık ne hissettiklerini. Çok sonra göreceğiz, Clémence S.’i anlatmış Sen-nen daha en başta, yaşamına dair hiçbir şeyi gizlemek istememiş, Mathilde hikâyeyi bildiği için biraz da çekinerek soruyor hasta yatağında. Evet, çok güzeldi, üstelik Clémence S.’le tekrar karşılaşmıştı Sen-nen, aynı mekâna gidip aynı masada oturmuşlar, geçen yılların hüznünü birlikte duymuşlardı. O kadar, kırık bir aşk hikâyesi, oysa Mathilde solmasına rağmen hâlâ çok güzel ve başka bir aşkı yaşatıyor. Çatışma yok, yaşamın farklı evrelerinden farklı hikâyelerin birlikte yaşama becerisi bir anlamda. “Sen-nen” Japonca “bin yıl” demek, üç aşk da bin yıl boyunca sürebilir: Mathilde, Clémence S., müzik. Sonuncusu sürüyor bir, yakınlıkların doğmasına yol açıyor. Clémence S. örneği ayrı, “sanatın, onca gayretin bu değerli meyvesini, gelip fani aşkın aldatıcı cazibesine feda ettiğine pişman olabilir”, bir aşkı diğerine tercih ederse şarkı söyleyemeyecektir artık, Sen-nen’in duyduğu aşkın tükenme tehlikesi de doğabilir. Otuz yıl, o ara Sen-nen evlenir, Clémence S. evlenip boşanır, tekrar bir araya geldikten yine yıllar sonra Sen-nen’in kızı babasının vasiyetini yerine getirmek üzere emaneti postaya verir ama o adreste öyle birinin bulunmadığı anlaşılır, ayrılık kusursuzlaşmıştır. Mathilde’in hüzünlü ölümü gibi. Sen-nen’in tek bir kez önayak olup konsere götürdüğü arkadaşlarıyla yaşadığı o unutulmaz gün gibi. Farklı ülkelerden gelmişler, birbirlerini bir daha görmeyecekler. Nedir, aslında ayrılıkların ne kadar basit, doğal ve hüzünlü olduğuna dair bir roman mı, müziğin insanları, elleri buluşturmasına dair belki. Belki hepsini taşıyan bir roman. Sihir kaybolmasın diye.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!