Tanıtım yazıları. Ne çıkarabilirim diye bakıyorum tanıtımdan, tanıtım çıkıyor. Hızlan’ın yazılarını tanıtayım. Hızlan kitapları tanıtmıştır, az da sözcük oyunu yapayım, ıskaladan ıskalanmaması gerekenler var. Hızlan da var tabii, mesela zeytinyağlı bir yemek olmalı sofrada, yoksa tanıtmak zorlaşıyormuş. Picasso’nun sofrasıyla ilgili bir kitap, okuyanlar Akdeniz’den yeni lezzetler katacaklar sofraya, sarımsak konusundaki hakimiyetlerini artıracaklar. Ben kaybediyorum hakimiyetimi, yemekler daha lezzetli oluyor ama herkes kafasına göre. Picasso dedik, arkadaşıyla birlikte Horta köyüne gidiyorlar, her gün pirinç, nohut yiyorlar, köylülerden ekmek ve av eti alıyorlar, yanına sebzeyi de verdin mi ömür boyu yenir gider. Nohutlu pilav, masaların kuğusu. Ekmek peynir alıp banklara yayılıyorlar, yiyorlar bir güzel, valla bu sanatçılar yeme içme işini çok iyi beceriyorlar. Peynir varsa lup lup yenir, ekmek varsa kopar kopar ye, sonra git sanatını yap. Resimlerinde de var, Picasso aralara yerleştirmiş, mesela nohut pilav çıkıyor köşeden. Atladım, Bursa ansiklopedisi, roman gibi okunuyormuş. Okunuyor muymuş, Hızlan’ın saptamasını abes bulabilirmişiz. Valla çocukken tuvalete ansiklopediyle girmiş insanlarız biz, her türlü. Şimdi mesela bir ansiklopedide, şehre dair bir bilgi yığınında ben ne arıyorum, Koçu kabadayısından delisine kim varsa ansiklopedisine sokmuş mesela da Roma dönemi eseri falan ararım ben. A a, e bu nasıl iş: “Bursa’da doğanlar, oraya emek verenler… Hepsi de bu ansiklopediye girmiş.” (s. 31) Tuhaf. Atladım, Heybeliada’ya dair bir metin, gittiğimiz yerlerin tarihini öğrenmemiz gerekiyormuş çünkü eskinin birçok binası ve izleri bugün de görülebilirmiş. Çok iyi. Resmî tarihin dışına çıkan veriler var ama doğrudan benimsememeliyiz onları, karşılaştırmalı bir okuma yaparsak çok daha sağlıklı olurmuş. Atladım, Rıfat Ilgaz’ın bütün şiirleri, bir arada okumak lazım, Hızlan sık sık söz ediyor bu eylemin faydasından, bir şairin gelişimini anlayabilmek için anca o tür okumalar lazımmış. Bambaşka bir bakış açısı. Atladım, Navajo halk öyküleri. Hızlan bu kitabı okuyunca uygarlığın kirlettiği her şeyi terk etmek istemiş. “Yalnız ben değil, birçok okurun bu duyguya kapılacağından şüphem yok. Doğayla baş başa kaldığınızda kendinizi bir başka ruhta hissedersiniz, arılık, temizlik kavramları bilincinize, bilinçaltınıza işler.” (s. 61) Temizlik kavramının ne demek olduğunu bilmiyorum, kişinin başka bir ruhta kendini hissetmesi nasıl bir şeydir, kendim dahil her şeyden şüphe eden biri olarak o duyguya kapılacağımdan şüpheliyim açıkçası. Atladım, Necdet Sakaoğlu memleketteki eğitim politikalarını falan yazmış, Hızlan’a göre kitabı okurken daha bilgili yorumlar yapabilirmişiz. Valla ben bilgi sahibi olmak için okumuyorum, gayet davarca yorumlar yapmaya devam etmek için okuyorum, bu ihtimal benim için mümkün değil ama kurgu dışı okurken bir şeyler öğrenmek, yetmezmiş gibi bir de bilgili yorumlar yapmak isteyen değişik insanlar varsa, yani, akıllarına şaşarım. Derken yine incilere denk geliyoruz, şiir antolojileriyle ilgili bir yazı. Birkaç baskı yapan antolojiler var, diğer yanda baskısı tükenmeyen şiir kitapları var, tükenmişse de yeni baskısı yapılmaz. Tamam, devamında divan ve halk şiirini bilmeden bugünün şiirini nasıl anlayacağımızı soruyor Hızlan. Şöyle. Divan şiirini bilmezsek ustaların kaynaklarını öğrenemeyeceğiz, Turgut Uyar’ın, Behçet Necatigil’in, bu yüzden hemen bir antoloji alıp şiir okumalıyız. Atlıyorum, son yıllarda arkeolojiye artan ilgi, özellikle Trakya ve Anadolu’yu daha iyi öğrenmemizi, birçok kültürün, sanatın kaynağının bu topraklardan çıktığını ispatlıyormuş, valla ilgi deli gibi artıp azalan bir şeydir ama bilim dallarıyla korelasyonu nedir, bir şeyi ispatlar mı, su götürür. Başka, Naim Dilmener’in pop müzik incelemeleri, Hızlan pop dinlemediği için kitapta geçen şarkıları bilmiyorsa diye bir an korktum ama kulak dolgunluğu, biliyormuş, ne çok şarkı geçmiş hayatımızdan. Pek de hoş yazıyormuş Dilmener, okutuyormuş kendini, yoksa Hızlan “pop müziği yazısı”nı neden okusunmuş canım! Deli misiniz nesiniz.
Demir Özlü’nün gezi tozu yazıları. “Tek tek denemeleri okuyup bitirdikten sonra, duyduğunuz edebiyat lezzetinin ötesinde, kitap birdenbire bir bütünlük kazanıyor. Yazarın gustosuna yakınlık duyuyorsunuz, sanki mekânlarıyla, insanlarıyla sizin bir rehberiniz oluyor.” (s. 99) Makuldür, sıklıkla kullanılır da şu kitabın lezzetinden falan bahsedilince yirmi sayfayı birden hart diye ısırıp koparan biri canlanıyor gözümde, üzerine mürekkep içiyor falan. O kadar da “edebiyat insan” olmamak lazım sanıyorum, edebiyat insanlarıyla aynı ortama düştüysem kitabı çantamdan çıkardığım gibi lank diye adamın ağzına sokasım geliyor. Bunlarla beş dakikadan fazla oturulmaz, bol edebiyat için teşekkür edip kalkmak lazım. Neyse, gustoyu da geçtim, şu günümü gün etti: “Kadınlar, denemelerde önemli yer alırlar. Aynı hayattaki gibi.” (s. 100) No shit. Muhafazakârlık üzerine bir metin var, elbette mühim kişilere dair maddeleri uzmanlara yazdırmak lazımmış, kişilerdir dönemlerdir bunlar arasında kurulacak bağlarla muhafazakârlık kavramı kafamızda bütünlenirmiş. Bunu çok düşündüm. Ama ben de Hızlan gibi düşünmedim bazı şeyleri, mesela Tanpınar’ın muhafazakâr olup olmadığıyla ilgili bir tartışma yapılabileceğini söylemiş Nurdan Gürbilek, Hızlan için gerekli bir bakış açısı değil bu. “Ama tartışın, kendiniz de bir yargıya varın.” (s. 122) Hızlan varmadıysa ben hiç varmıyorum, geçtim. Kemal Tahir’le ilgili yazılar var, bazı düşüncelere katılmıyormuş Hızlan, üstelik karşı olduğu yanlar varmış. Hayrete gark olmak işten değil. Keşke görebilseydik hangi düşüncelere katılmıyormuş yazar, doğrudan mı katılmıyormuş yoksa biraz olsun katılabilir miymiş, nelere katılıp nelere katılmamış. Yine denk geldim, Hızlan’ı aşk şiirlerini sevdiğime dair ikna etmek üzere büyük bir ekip toplayıp diyorum ki “Ey beyefendi, ben aşk şiirlerini seviyorum, şu şu şiirleri okudum ve sevdim, bu durumda aşk şiirlerini seviyorum, inanmanız için şiir eksperi kişileri getirdim.” Oysa “Fuzuli”yi okumadım, dolayısıyla Hızlan’ı inandıramıyorum çünkü inanmayacağını söylüyor. Bir de “Baki”nin şiirini bilmeden divan edebiyatını tanıdığımı mı söyledim, söyleyemem, Hızlan beni bundan menediyor. İki şiir okuyup iki beğenimi belirteyim dedim, başıma gelmeyen kalmadı. Sapla samanın karıştığı bir örnek daha vereyim, şimdi Osmanlıların girdisi çıktısı, ederi gideri bellidir, değerlendiririz, eleştiririz, okudukça bir şeyler öğreniriz de fikirlerimiz değişir, ne bileyim. Hızlan’a göre Osmanlı Uygarlığı tarzı kitaplar değişik yönlerin tarihini belgesel çalışmaların ışığında bir uzmandan okuduğumuzda “beğenip beğenmemek, benimseyip benimsememek gibi okur tavrını temellendirme” işine yarıyor da en kalas biçimiyle nesnel bilgiden bahsediyoruz, tam olarak neyi benimsemeyeceğimizi, beğenmeyeceğimizi anlamadım. Hmm, 19. yüzyılda tağşiş işlerinin boku çıkmış, işte bunu hiç benimsemiyorum?
Alıntılar, araya dereye yorumlar, Hızlan’ın tanıtım yazıları böyle. Arada anılarına yer veriyor, bildiklerine, misal Necip Fazıl’ın evine giden Bedri Rahmi’nin çerçeveleri parçalayarak resimlerini alıp gitmesi ilginç bir olay, böyle ilginçliklerin olduğu yazılar okunabilir. Onun dışında imza bir yorumu alıntılayıp bitiriyorum, hazır fırtına da geliyor. Bilirsiniz, fırtınalı havalarda epik şiir okumayı pek severim, epik şiir sevmeyeni de şiir adam saymam, şiirden anladığını söylerse zerre inanmam, bazı insanlar öyledirler ve bazı insanlar şöyledirler hani. Bilirsiniz canım. Bilsenize oğlum. Allah Allah. “Bazı şairler vardır ki, ne kadar yazsam daha söyleyeceğim şeyler olduğunu sanırım, onlar hakkındaki her yazı eksiktir.” (s. 236)











Cevap yaz