80’lerde Hızlan’ın yazıları çok daha iyi, 90’ların ortalarından itibaren gözle görülür bir düşüş, 2000’lerde bildiğimiz Hızlan. “Beni bilen bilir, patlıcanı yoğurtsuz yemem, yersem onun adına patlıcan demem.” “Banka bu kitapları çıkararak kültür dünyamıza büyük katkı sağladı. Bugün de sağlıyor. Yarın da sağlayacak. Öbür gün yine sağlayacağını öngörüyorum, bilirsiniz.” Gazetelerin nitelik seyrini izlemek açısından örnek bir kitap aslında, yirmi yılda okur profilinden yazar profiline neler değişti, mesela Hızlan uzun uzun paragraflar yazarken neden tek cümlelik paragraflara indi, buralarda biraz eşinebiliriz. Ya da eşinmeyelim çünkü besbelli, çat çat çat dizdik paragrafları, hapları okura fırlattık, bitti gitti. Bir paragrafta sergiye dair fikir, diğer paragrafta ressama dair fikir, diğer paragrafta okurun bildiği bir şeyler yukarıdaki gibi, diğer paragrafta okurun bildiği şeyden yola çıkarak sergiye dair bir fikir yine, böyle gidiyor. Hakkı Devrim televizyondaki bilgi yarışmalarına katılanların bilgisizliklerinden bahsetmiş mesela, Hızlan çareyi bulmuş: uzmanlık alanlarında yarışmalar düzenlenmeli, misal dille ilgili pek çok şey öğrenilebilir böylece. Bu tür yarışmaların düzenlenmemesinin sebebi tam da gazete yazılarının kalitesizleşmesiyle aynı işte, medya üç beş kişinin üst düzey kültürel keyiflerine bırakılamayacak kadar önemli bir şey, toplumu la hoyt la hoyt diye gütmek varken kim takar entelektüaliteyi. Bunlar böyle, okurunu iyi eserlere, kaliteli sebzelere falan yönlendiriyor Hızlan, bu açıdan iyi bir yazar. Arada kıssadan hisse de çıkarıyor, mesela bir okuru e-posta göndermiş de Napoli’deki askıda kahve olayını anlatmış, alan elin veren elle münasebet kurmadığı bir yöntem, kıyas kısmında bizdeki iftar etkinlikleri var. Büyük büyük şirketlerin kocaman reklamları, altında insanlar birbirlerini yiyorlar iki ekmek daha alabilmek için. “Sevap teşhirciliği”. Eminönü bahsi de tam Hızlan’ın kalemidir, yıl 2000. Beyoğlu ve Galata gözde olalı beri Eminönü alçakgönüllülüğü benimsemiş, şöyle: yayıncılar kitapçılar artık yok, gazeteler te dağa tepeye taşınmış zaten, ucuz sinemaların yoluna dökülen askerler, öğrenciler yok, balık ekmekle karın doyururlarmış bunlar da hâlâ doyurabiliyoruz karnımızı oralarda, yağlı uskumrular alınırmış da saza geçirilip eve götürülürmüş, şadırvanların sesi varmış, kavrulmuş kahvenin kokusu, “insan nehrinin deltası”. No shit. “Kanat çırpışlarının duyulmadığı bir Eminönü’ne tahammül edemem.” (s. 277) Kim tahammül edebilir ki. Bir şeyler okumak da lazımdır gezilecek, yaşanacak yerlere dair, hele oralarda düzenlenen etkinliklere dikkat kesilmek gerekir. Güneydoğu diyelim, siyasal kimliğinden sonra kültürel kimliği üzerine de düşünülüyor o sıra, Nemrut Dağı’nda verilen konser, Doğubayazıt’ta opera, büyük şehirlerden oraya giden çoğunlukta. Bunu siyasal kimlikten nasıl ayırabiliyoruz anlayamadım ama işin içine sanat giriyorsa vıjt diye biri sağa biri sola, oluyor böyle, yoksa dağın tepesinde operadan ne medet. Diyarbakır’a edebiyat günleri vasıtasıyla gitmiş Hızlan, şehir üzerine bir şeyler okumuş, yoksa gitmezmiş. “Gider miydim?” diye soruyor daha doğrusu. Zarfı mazrufu bir mevzu. Şöyle bir göz gezdiriyorum, ilginç çıkarımlara denk geliyorum. Sene 2003: “Başka şehirde insanın dikkati daha mı yoğunlaşıyor nedir, kitapçılarda Yeni Çıkan Kitaplar standında edebiyat kadar, belki ondan çok, başarıya, kendini tanımaya dair kitaplar çoğunlukta. Edebiyattan başka alana kaymanın belirtisi mi, yoksa olağan bir gelişme mi?” (s. 292) Sadece aptalların 8 saat uyuyacağını söyleyen kitabın çıkmasına üç yıl var, o çıkmadan da benzerleri çoktu, 80’lerde bile önemli ölçüde görünürdü o kitaplar. Valla bilemiyorum, bence olağan bir gelişme gibi görünüyor zira edebiyat gücünü yitirmeden, milyarlık satışlarla şeklini koyuyor ortaya, insanımız okumayı çok sevdiğinden şiir kitapları 105 baskı falan yapıyor. Yine de okurun düşünmesi lazım, olağan bir gelişme olmayabilir insanın kendini tanımaya çalışması. Başka yazı, Günter Verheugen bir sergi mi ne gezmiş artık, o resimlerle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girebileceğini söylemiş. Ne güzel. Eskiden herkes kendi meşrebini öne çıkarmak için edebiyatı çiğner, kısır ve sığ politikacıların gündemine sanat girmezmiş, iyi filmler Türkiye’yi kötü gösterdiği için yasaklanırmış, Frankfurt’ta Türk standına uğramadan dolanan bürokratlar varmış, hani sağcı veya solcu bir yazarın kitabı standa sızmıştır diye. Bunlar yok artık, Verheugen de çok güzel övdü, bir de Türk-Yunan dostluğunu perçinleyen sanat işleri dönmüş orada burada, dünya süper. Aklıma Beni Asla Bırakma‘da deli gibi resim yaptırılan çocuklar geldi, bir de insan olarak görülselerdi süper olacaktı da. Ama resimleri çok hoş. Mehmed Siyah Kalem, çünkü neden olmasın, madem resim dedik. Şuradan bağlayacağım, sergi açılmış, cinler insanlar havalarda uçuşuyorlar, ortalığı felâk nas basmış. Spektaküler bir yorum: “Neden Dostoyevski’nin Ecinniler‘i düştü birden aklıma? Bir kelime akrabalığı mı, yoksa bir karşılaştırma mı?” (s. 318) Kesinlikle hem kelime akrabalığı hem de karşılaştırma, romana şu resimleri yerleştirsek ne kadar da örtüşecek. Peki, Dostoyevski hani, Siyah Kalem’i görmüş olabilir mi? Düşünüyor Hızlan. “Cin gibi deyimi, birçok zaman üstün bir yeteneği tanımlar, belki argoda cinlik yapmak, bu kelimeyi biraz aşağılayarak gücünü azaltmak amacına yöneliktir.” (s. 318) Mehmed Siyah Kalem’in üzerinden çağrışımlar okudunuz.
Geriye gidiyorum, 80’lere gelelim, gerçekten iyi yazılar var bu kısımda. Necatigil portresi, dört dörtlük. Birinci sigarasının takılı kaldığı bir ağız, kesik kesik ve eslerle dolu bir konuşma, çekingen duruş, çilehanede dervişlik, usta şairlik değil de şiir karalamalarını gün ışığına çıkarmak için uykusuz geceler geçiren müptedilik. Her büyük sanatçının tavrının o olduğunu öğrenmiş Hızlan, Necatigil’le zaman geçirdikçe ve şiir okudukça. “Tepebaşı’ndan aşağıya inerken soldaki kahveye baktınız mı? Tahta sandalyeleriyle, bordo renkli çay tabaklarıyla tam bir semt kahvesi. Bastığınız yerde toprak. Necatigil, kurşunkalemle, eski yazıyla birkaç not alıyor. Güneş garip bir bitişle sönecek. O zaman Necatigil, sapsız çantasını alıp Samatya’ya doğru gidecek. Şiir mayalanmayı bekleyecek, yeniden tıraşlanacak, bir gece göbeği kesilip altına tarih konup, B. Necatigil imzasıyla bir dergiye gönderilecek.” (s. 29) Yedikule’de bir lokantaya gidiyor Necatigil, Ali Tanyeri’yle Kamuran Şipal’ın yanına. Daha büyük bir tayfası vardır, elbet Hilmi Yavuz, Rauf Mutluay, Edip Cansever, Fethi Naci. Hızlan anlatmıyor şunu da hatırlıyorum: Cansever bir gün Necatigil gibi şiir yazmanın çok kolay olduğunu söyleyerek dize sallıyor arka arkaya, aha şiir. Necatigil şöyle bir gülümsüyor, masadakilerin huzursuzluğundan etkilenmiyor, Akbal’a öyle şeylerin olabileceğini, üzülmediğini söylüyor falan. Kendi halinde bir öğretmen ya, daha az kâğıt okumanın hayalini kuruyor, böylece daha fazla çalışabilir okuyup yazdıklarının üzerinde. Son olarak Beyoğlu yazısından bahsedeyim, Eminönü’yle kıyaslayınca arşa çıkıyor resmen. Restorasyonla ilgili, hani binalar, duvarlar aslına uygun olarak tekrar yapılabilir, en olmadı tadilattan geçebilir de o duvarın arkasında oturan, o yapılarda ömürlerini geçiren insanları geri getirmek mümkün müdür? Eski yaşamlar çoktan kaybolmuştur, o yaşamların meydana getirdiği yapıları tekrar ayağa kaldırmanın manası ne bu durumda, sadece estetik mi? Diskotek istiyor Hızlan, eski yerlerin yerine insanların takılabileceği, dans edebileceği bir mekân. Böylece sandviçini alır, bir bardak da meyve suyu, tamam. İki üç yerde geçiyor bu sandviçle meyve suyu, gerçekten bir bardak portakal suyu içmeden çılgınlar gibi dans edemediğimden pek anlamlı buldum bu düşünceyi. Uzun yazılarda cevherler var daha, okuyacak olan varsa ilk kısımdaki yazılara odaklanmayı tavsiye ediyorum.











Cevap yaz