Böyle metinler için açıklayıcı bir sonsöz falan lazım. Metnin yazıldığı dönemde Romantizm ne âlemdeydi, Hoffmann’ın akımdan ayrıştığı yönler nelerdi, dinî kurumların sanat üzerindeki etkisi neydi, estetik alımlamanın sosyoekonomik vaziyetle bağları nasıldı falan, sekiz yerden birden bakmadan bu metin karmaşık iplerden, düğümlerden ibaret görünür, karakterlerin akrabalıkları sıkar, günaha boyun eğmemeye çalışan bir adamın kuru maceralarını içermekten öteye gitmez. Hoffmann çağını yine çağdaş okurlarına anlatmaktan başka bir vazife bellemediği için geçen zamanla birlikte anlattıklarına aşinalığın azalacağını düşünmedi zannediyorum, niye düşünsün, paraya çok ihtiyacı olduğu için kısıtlı bir okur çevresini gözetmiştir yazarken. Dostoyevski’den farkı kendi zamanının ötesine uzanacak kadar geniş, genel sorunları dert etmemiş olması, biraz da popüler eğilimlere meyletmesi diyebiliriz, korku namına doppelgänger yaratmaktan öteye gitmez, bu iblisin niteliğini belli bir noktaya kadar gölgede bırakarak gizemi korur ancak. Tümsekler yaratmaktan geri durmaz, bu da bir diğer eksiklik. Gotik veya antik mimariyle yeşilin güzelliği arasındaki çatışma görece aşırı bir şekilde anlatılır, esas adamımız Medardus’la misafiri olduğu Prens arasındaki münakaşanın sebebidir bu ikilik. Prens ütopik bir dünya yaratmıştır adeta, halkı huzur içinde yaşamaktadır, bunun yanında ortalık “modası geçmiş” yapılarla dolu olduğu için Prens’i eleştirmek lazımdır. Sazı eline alan Medardus birtakım özentiliklere kapılmaması gerektiğini, seyredenlerin ruhunu okşayacak bir doğallığın yeterli olduğunu söyler, Prens burnun her şeye sokulmaması gerektiğini sezdirerek hızla uzaklaşır. Hoffmann’ın ince eleştirilerinden biri bu, diğeri o dönemde yüceltilen deliliğin yıkıcılığı üzerine. Epifaniyle bağlantılıdır delilik, dönemin metinlerinde sıklıkla karşımıza çıkar da pek bahsedilmeyen bir bedeli vardır, Medardus’un başına gelenler bu acı bedeli gösterecektir. Teolojik kurtuluşla aile laneti arasındaki ilişkiyi az buçuk çözdüm, mimariyle ilgili mevzuyu da öyle, gerisi için Rüdiger Safranski’nin iki metninden istifade ettim, gereğini bilgilerinize arz ederim.
Medardus’un ağzından dinliyoruz, yaşamının sonunda başrahibinin telkiniyle anılarını yazıyor. Dediğine göre babası çok büyük bir günah işledikten sonra aydınlanmış, tövbe etmiş ve hacca gitmiş. Ölümüyle birlikte annesiyle Medardus yalnız kalmışlar, birbirlerinden teselli bulmuşlar. Bir gün yaşlı bir hacı yanlarına gelmiş, çocuğun pek çok yetenekle donatıldığını ama kanında hâlâ babasının günahlarını taşıdığını söylemiş, manastırın yolunu göstermiş çünkü şeytanın yoluna sapmadan kurtarılması gerekirmiş çocuğun, yeteneği heba olmasın. Eğitim aldığı ilk durakta rahiplerin ilgisini çekmiş, daha iyi bir düzeye gelmesi için Kapuçin manastırına gönderilmiş ki bu manastırı ziyaret eden Hoffmann dinginlikten, huşudan çok etkilenince kurmacasına yerleştirmiş hemen mekanı. Görünürde Tanrı’ya daha yakın, daha derin ilimlerin öğrenilebileceği bir yer, en önemlisi Katolik Alman katılığı yerine dinî hayatın daha keyifli sürüldüğü İtalyan rahatlığı varmış, Başrahip Leonardus eğitimini güneyde aldığı için ortam şen. Örtük bir eleştiriyi burada da gördük, ardından birkaç güzel zaman daha, Medardus yoldan yavaş yavaş çıkana kadar. Kutsal emanetlerle ilgilenen rahip görevden çekilince iş Medardus’a kalıyor, Aziz Antonius zamanından kalan şişeyle münasebeti biraz da Birader Cyrillus yüzünden. İşi bırakan adam vazifesini Medardus’a öğretirken şişenin hikâyesini anlatıyor, genç adam belli belirsiz bir korkuya kapılıyor, başına gelecekler var. Hikâye dallanıp budaklandığı, karakter kadrosu kalabalıklaştığı için kilit detayları atlıyorum, okur keşfetsin. Mesela Medardus’un babasının gittiği hac mekanında yer alan bir resmin ressamı görüyor Medardus’u, korkudan aklını kaçıracak gibi oluyor. Manastıra gelen pervasız bir kont, şeytanın şişesinin şarapla dolu olduğunu söylüyor, şişeyi açıp lüpletiyor içindekini, Medardus da kokuyu rayihayı alıp şeytanın uşağı haline gelmek için bütün hazırlıkları tamamlıyor. Kont sonraları önemli bir şahıs olarak karşımıza çıkacak ama Medardus’un önce sesini duyduğu, sonra kendisiyle de karşılaştığı eş ruhu daha önemli bir figür olarak o sıra çıkıyor sahneye, anlatı boyunca Medardus’a ıstırap olarak şeytani fısıltılarını eksik etmiyor. Kişilik bölünmesi Medardus’un kötücüllüğünü ayrı bir şahsiyet haline getiriyor, olaylar ilerledikçe adamın iyilikten giderek uzaklaştığını, daha doğrusu iyi yanının bedeni üzerindeki etkisini yitirdiğini ve kötünün içinde fırsat buldukça kendini gösterebildiğini fark edeceğiz. Aslında gidiş gelişlerle dolu bir karaktere dönüşecek Medardus, ikizinin veya daha geniş bir çerçeveden görüldüğü kadarıyla farklı formlardaki kötülüğün müsaade ettiğince durdurabilecek kendini, mesela Prens’in yanındaki ilk zamanlarında zihnini dolduran fısıltılar yok, işlediği günahları hatırlatacak bir şeyler olduğunda veya birileri çıktığında hemen döngüye giriyor, kendisi olmaktan çıkıyor ve ipleri iblisin eline geçiyor.
Az geri, şişe açıldıktan sonra kibrinden, öfkesinden kurtulamayan Medardus’u Roma’ya yollayarak uzaklaştırıyorlar oradan, yolculuk başlarda sorunsuzsa da bir zaman sonra yol kenarında oturan adam felaket zincirinin ilk halkası resmen, Medardus uçurumdan aşağı kaykılmış adamın iyi olup olmadığına bakarken tepki alamayınca haykırıyor, ürken adam aşağı uçuyor. Yanındaki kılıç ve evrak çantası Medardus’un artık, adam yoluna korkuyla devam ederken yakınlardan bir ses, düşen kontun adamı. Tabii o dönemin anlatılarında bugünden bakınca saçmalık derecesinde tesadüfler var, yadırgamamalı. Adam gelip Medardus’la konuşuyor, kıyafeti gerçekten de usta işi olmuş, keşiş öteberisi cuk oturmuş, ne güzel. Medardus meğer düşürdüğü adama çok benziyormuş, kendini hiç bilmediği bir planın orta yerinde buluyor ve kendini akışa bırakıyor. Bu benzerlikten de işkillenmeliyiz tabii, dediğim gibi çok tuhaf ilişkilerden çok tuhaf tesadüfler çıkacak, meğer birinin halası diğerinin amcasıymış, bunun gibi. Kontun mekanında çıkan curcuna, işlenen cinayetler, sonra kanun kaçağı olarak saklanmalar, şeytanın av sırasında Medardus’un tüfeğini yönlendirmesi, Prens’in topraklarındaki şenlikler ve facialar, günah çıkarmalar, günaha girmeler, hezeyanlar, rüyalar, her şey iç içe geçince tam bir patojen kurgu çıkıyor ortaya. Kafamı bana yalvarırken buldum mesela, “Ne olur bitir şunu da iki şiir oku, ölüyorum, beni aydır, beni gönendir, beni kutla,” dedi. Ne yaptım, gittim Hande Koçak’ın Uyanmadan Önce Gezegen‘ini okudum, yangına körükle gittim. Şimdi konuşmuyor benle. Kafam. Neyse, bu başka bir. Safranski’nin Romantik‘teki yorumlarından birini alayım: “Bu bir kişilik bölünmesinin öyküsüdür. Kişilik bölünmesi o zamana kadar hiç bu kadar duyarlılıkla anlatılmamıştır. Hoffmann bu alanda bilgiliydi, çünkü kendini fantezilerine kaptırdığında çıldırma korkusuyla yaşıyordu.” (s. 237) Hoffmann anlatıda geçen umutsuz aşkların benzerlerini kendi de yaşamıştır ve çıldırmaktan korkmuştur gerçekten de, eserlerine ilgi gösterilmeyince kendini doğaya, kadim yapılara salmıştır. Coşkun ruhuyla kederi arasında salınıp durmuştur, metinde de Medardus’un hapsedildiği sırada duymaya başladığı konuşmalar bu salınmanın etkisidir zira bu sesten korksa da duymamak için hiçbir şey yapmaz, belki günahlarının kefareti olarak korkuya katlanması gerektiğini düşünür ve keşiş kimliğine sığınmaz. Sonradan kurtuluş umudu belirdiği zaman ikizliğini tam olarak ortaya çıkaracak, sınırları çizecek ve zihinsel özgürlüğüne kavuşacaktır. Safranski önemli bulur bu mevzuyu, Hoffmann iki arada bir deredeliği çözmekte her metnini bir aşama olarak kullanarak ustalaşır, öncekilerden sonrakilere bir şenlik havası yayılır hikâyeden, korkular azalır, kurtuluşun kanat sesleridir duyulan. Şeytani ikizlerin sesi dinmiştir.
Hoffmann mühim, bu metni daha da mühim, sağdan soldan biraz yardım alarak okunduğunda tam bir tarih dersi, din tedrisi, toplum hendesesi.
Cevap yaz