Mahir Ünsal Eriş – Öbürküler

İlk bölüm “Refik Halid Karay’ın kıymetli hatırasına ithaf edilmiş, hmm. Memleketimden İnsan Manzaraları‘nın bir kısmı bölümün başına kakılmış, hmmm. Düdükle birlikte tren hareket ediyor, adamın biri pencereden bakıyor, köyünün ormanındaki kavağın telgraf direği olup olmayacağını, dünyada İstanbul ayarında şehrin bulunup bulunamayacağını sorguluyor zihninde. Hmm? Gece yarısını birkaç saat geçe otobüs geliyor, Niğde’nin ayazını peşinde getiriyor, durduğu yer mahşer. Adana’dan kalkıyor, bir yerlerde dolanıyor, en sonunda Ankara’daki Hergele Meydanı’nda duruyor. Menderes zamanında işlemeye başlamış haftada bir, İnönü zamanında haftada üçe çıkmış, ırgatları, işçileri, memurları taşıyor. Fevziye Hanım, Fahrettin Bey, çocukları Sabire, Sacide ve Suat gecenin bir köründe Ankara’ya gidiyorlar, oradan trenle İstanbul’a geçecekler. Fahrettin önceden gelmiş Ankara’ya, akademiyi kazanamayıp döndüğünde şehrin güzelliklerini anlatmış, kırsalın insanına büyü. İstanbul’a gitmelerinin sebebi Beşiktaş’taki Sümerbank şubesine müdür muavini olması Fahrettin’in, liseden arkadaşı taze mebus Esat Mümtaz Bey memleketin çalışkan insanlara ihtiyaç duyduğunu düşünmüş de torpilleyivermiş eski dostunu, yallah İstanbul’a. Korkuyor Fahrettin, yol iz bilmez, İstanbul yutuverir insanı. Yol var önce, askerler geleni geçeni denetliyorlar çünkü İnönü’ye suikast girişiminde bulunulmuş, teyakkuz. 1964, tarihî detaylar serpiştirilmiş araya dereye. Eleştiriyi sona saklıyorum. Ankara’yı geziyorlar şöyle bir, Gençlik Parkı ve Anıtkabir. “Gar, bir insan mezbeleliği, bir ana baba günüydü. Çuvallar, denkler, yaygıları üstünde ekmek, domates, soğan kırıp yiyen insanlar, bir köşede iki baş kınalı koçunun yanında dikilen adam, ellerinde bavullarıyla bekleşen talebeler, başlarında iki inzibatla oturan yüzleri kıpkırmızı askerler, takım elbiseliler, yarım elbiseliler, resmi elbiseliler, poturlular, çarıklılar, fötrlüler.” (s. 24) İkinci baskı bu, garın hengamesi önceden anlatılmıştı. Bizimkiler de çarıklı falan, ilk kez yedikleri sandviçi saklamak istiyor Suat, bir daha bulamamaktan korkuyor. Trene biniyorlar, tasvir, tasvir, tasvir. Küçük görüyorlar bunları, çocukları kışeliyorlar, yoksul görünümleri onursuz oldukları anlamına gelmediği için Fahrettin çakıyor bir tane. Yok, öyle bir şey yapmaz, Karay’ın hangi metninde görülmüş ki böyle bir şey, Ulus okuyup uslu uslu gidiyor işte. Yolda zayıf öküzler, duvarları kireçli evler. Eskişehir’de bir şeyler, kısacası İstanbul’a varana kadar memleketin halini görüyoruz. Arnavutköy’e gidecekler, komşu kadından anahtarı alacaklar, ev ayarlanmış. Beklenenden daha geç vardıkları için belirledikleri yoldan gidemiyorlar, başka vasıtalarla ulaşıyorlar Arnavutköy’e. Temizlendi bildikleri evde fareler, böcekler cirit atıyor, başta ses çıkarmıyorlar. Bütün ayrıntıları veremeyeceğim, ikinci bölümdeki olaylar yapbozun parçalarından birinin girintisiyse bu bölümdekiler çıkıntısı diyelim, birbiriyle uyuşan parçalar esas tabloyu ortaya çıkaracak. Deli eleştiresim var ama eleştirmiyorum henüz. Fahrettin işe başlıyor, müdürü bu tepeden inme dallamayı saymıyor tabii, işçiler de saymıyor, adamını bulana dünyanın cennet olduğunu söylüyorlar haklı olarak. Fahrettin oralarda yapamayacağını, memlekete dönmeyi düşünse de yenilgiyi kabullenmeyecek hemen, facia gerek. Yan evin kapısını ilk çaldıklarında belayı buluyorlar, fırlama genç yeterince arızayken gencin annesi daha beter arıza, Fevziye’nin aklını ecinnilerle doldurup çöpe çeviriyor. Mahzenden bam güm sesler geliyor, Fevziye her yerden muska, tılsım, eşek kulağı, ejder götü falan çıkarıyor, kanlı kanlı kalıntıları attıkça yenisi geliyor. Ses artıyor, sabaha karşı ahali ayağa kalkıyor, en sonunda Canavar’ı görüyorlar. Böyle Allah Allah, boyu on metre, işte, acayip bir şey, çocukları korkudan işetiyor, yetişkinlerin ödünü koparıyor, sonra fırlayıp çıkıyor evden, semtin insanlarını korkutup denize doğru uzaklaşıyor. Ertesi gün gazeteciler, polisler geliyor, soruşturmalar yapılıyor, sonra olaylar unutuluyor. Bizimkiler sağ kaldıkları için mesut, hemen kirişi kırıp memlekete dönüyorlar, ilk bölüm bitiyor. Karay’ın metinleri gibi başladı, Ömer Seyfettin’le Hüseyin Rahmi Gürpınar’a uğradı, ortaya karışık. Aa, ikinci bölüm de Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın kıymetli hatırasına ithaf edilmiş. David Shields mı söylüyordu ustalara mutlaka saygı sunmak gerektiğini, eğer aşorma varsa, tam o da hikâyenin içinde bir yerde adı geçer, metinlerindeki mevzular geçer, bir şey geçer de o şekilde sunulur saygı. Neyse, ikinci bölümün başında malum şiirin başka bir kısmı alıntılanmış: Mihail aşırı kederli olduğu için insanları ve dünyayı düşünmüyormuş, toprağın dili Rumca veya Türkçe olduğu için hiçbir şey anlamıyormuş. Bu alıntılara ne gerek var, ben anlamadım. Yabancılık tamam da bağlam o kadar geniş ki bizimkilerin hikâyesiyle keskelalaka. Bu bölümde kriminal tiplerin Fahrettin’i nasıl bombaladığını, evdeki harala gürelenin aslında hangi katakulliler sonucunda doğduğunu göreceğiz de toplumsal sos eksik kaldı sanıyorum, yani taşradan gelen ailenin yol boyunca çektiği yalnızlık yetmediği için zorunlu göçle vatanından uzaklaştırılan Rumları sokalım, alıntı da yerini bulsun. Arnavutköy’deki renklilik Ermeni, Rum, Çerkez, artık mabut ne verdiyse hepsinden kaynaklanıyor, mutlu mesut yaşıyor insanlar. Evin bulunduğu yerde ünlüler de yaşamış bir zamanlar, sıra ailede. Fahrettin’in evinin sahibi 24 saat içinde ülkeyi terk etmek zorunda bırakılınca evi Türk arkadaşına emanet etmiş, hemen yola çıkmış ailesiyle birlikte. Evinde bizimkiler kalacak da “öbürküler” rahat vermeyecek işte, evin altında yatır varmış, kilise mezarlığı falan, sakinlerin ödünü koparırmış. Bıçkın delikanlı da, delikanlının annesi de uyarıyor bizimkileri, bir gece çığlık çığlığa koşuşan bir kadının sesini duyuyorlar, yer sarsılıyor, pek ürkünç. Neyse, olay Beter’in hikâyesine dönüyor, bizim bıçkın okuyamamış, babası zortlayınca ailesine bakmak için cepçiliği, türlü suçu icra etmeye başlamış. Bu da ilginç, sopalamaktan dızlamaya iş kalmıyor yapmadığı, sonra vur ensesine kır boynunu Fahrettin’in tepkisinden, ele geçirdiği ev yüzünden asılmaktan korkuyor. Fos mudur, değil midir bilmem, bıçkın dediğin iki höyt ediyorsa bir höytte sinmez. Bıçkın’ın abisi Yakup okumuş, gerçi az okumuş ama kafası çalışıyor, özellikle hinliğe. Ibık cıbık malları Bıçkın’a verip okutturuyor, öyle para kazanıyorlar. Bir gün ecnebi memleketlerden birinden karıncayiyen mi, bir mahluk getiriyor, zenginlere satacaklar. Yan evin hamisi Pate Teyze ölmüş, evi annesiyle ele geçirmiş Bıçkın, hayvanı oraya koyuyor ama Fahrettin ve ailesi gelince geri alamıyor tabii, taktik tuktik işe yaramıyor. Bir tarafın gizemi diğer tarafına açıklaması, böylece ortada gölge kalmıyor, bütün hikâye tüm açıklığıyla ortaya çıkıyor.

Uzun uzun eleştirecektim de tek bir şey söyleyeceğim. Şimdi ben Lovecraft’in üslubunu alıyorum, tanrılarını da alayım, korkusunu zaten alayım. Girişte hatırasına iki üç alıntıyla saygı sallarım falan, önemi var mı? Kim olsun, Hemingway gelsin sonra, ondan üç beş çarpayım, saygıyı unutmayayım ki üzerime düşen görevi yerine getirmiş olayım, aşırı etkilendiğim yazarı göz önüne çıkarayım. Yazdım metni, ortaya karışık işte, kime saygı sunduysam. Eriş’in bu metinle birlikte başarmaya çalıştığı şeyi düşünüyorum. Edebiyat namına tabii. Kopyalamak? İyi bir kopya, doğruya doğru da anılan yazarların 100 yıl önce becerdiği şeyi hikâyeyi 1960’a taşıyarak neden tekrarlıyorum ki? Bir parça olsun parıltı yok, yeni yok, üslubu olduğu gibi almak ne ola? Daha iyisi, orijinali varken bu metni neden okumalıyım diye düşündüm, arkadaşım ödünç verdiği ve ilk kez Eriş okuyacağım için anca. “Şimdi ‘ğöö’ sözcüğünün geçmediği bir öykü yazacağım” diyen adam, sen de bırak elindeki kalemi, yazıldı. Yeniyi, farklıyı eşelemek, bulmaya çalışmak, hadi mazide aramak varken eskiyi olduğu gibi bugüne aktarmak, bilemedim, hiçbir anlamı yok. Doğruca hikâyeden yana değilim, bu yüzden çok az okuyan arkadaşlarıma tavsiye ederim de Refik Halid’i, Gürpınar’ı iyi bilen arkadaşlara asla önermem.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!