Álvaro Mutis – Tropik Güncesi

Yedi Yayınları’nın bastığı başka bir iyi metin. Updike ve Márquez’in övgüleri yolculuğun hiçbir yere varmamasını öne çıkarıyor, Updike’a göre hayatın bir metaforu, Márquez’e göreyse kayıp cenneti asla bulamayacağımızın kehaneti. 1972’de Márquez’in aldığı Neustadt Uluslararası Edebiyat Ödülü’nü 2002’de bu metinle Mutis almış, 1989’da Prix Médicis de var ama ötesi yok, 2013’te hayatını kaybetmiş Mutis. 1923’te Kolombiya’da doğduktan sonra çocukluğunu Brüksel’de geçirmiş, Kolombiya’ya döndükten sonra 1956’da Meksika’da yaşamaya başlamış ve pek çok şiir, kısa öykü ve roman yazmış. Diğer metinlerinin de çevrilmesini dört gözle bekliyorum, Tropik Güncesi dört dörtlük. “El yazması tekniği”nin kullanıldığı metinde önce anlatıcının heyecanıyla karşılaşıyoruz, Maqroll el Gaviero’ya ait bütün belgeleri elde ettiğine inandığı sıralarda Barcelona’daki sahafları gezerken P. Raymond’a ait eski bir kitabı görür, hemen satın alır ve kitabın arka kapağının iç kısmında bir sürü kâğıt parçasıyla dolu cebi fark eder. Mor mürekkep, kargacık burgacık bir dünya yazı, son sayfanın sonunda küçük bir not: Maqroll el Gaviero tarafından Güney Amerika’da yazılan onca metin adı geçen insana verilmek üzere saklanmış, adres Antwerp’te bir otel. Notlar İspanya’da kalmış ne yazık ki, anlatıcı bulana kadar bir sahafın rafında okurunu beklemiş, anlatıcı dükkândan çıkar çıkmaz okumaya başlayarak Gaviero’nun vasiyetini yerine getiriyor bir anlamda. Bir ormanın yeşil gölgesinde başlayan serüven sayısız kola ayrılan ırmağın ters akıntısında sürüyor, geceleri durmadan kitap okuyup gündüzleri karşılaştığı tuhaflıkları, medeniyetin farklı yorumlarını yazıya geçiren yalnız bir adamın düşünceleriyle örülü bir anlatı çıkıyor karşımıza. “Gaviero’nun Günlüğü, kaderinin tanığı olarak yazıp da bıraktığı bir sürü şey gibi farklı türlerin tarifsiz bir karmaşasıydı; kavranabilir gündelik olaylardan, yaşam felsefesi olduğunu düşündüğüm kaskatı yasaların bir bir sıralanmasına dek her şey vardı. Bu yazıları bir plan dahilinde düzenlemeye kalkışmak pek safça bir akılsızlık olur; tekdüzeliği ve gereksizliğiyle arada bir Gaviero’nun aklını bulandırdığını sandığım bu yolculuk sırasında yaşadığı deneyimleri günbegün anlatma niyetine pek bir katkısı da olmazdı.” (s. 13) Anlatıcı okuru hazırlıyor, belli ki minicik kâğıt parçalarındaki metinlerin kaosundan bir düzen çıkmayacak ama günlerin akışında bir örüntü yakalayabileceğiz. Gerçekten de günlerin birbirini izlediği günlük kronolojik olarak tamdır, bunun yanında Gaviero içinde bulunduğu durumdan ve coğrafyadan ötürü yazdıklarını mantıksal bir sıralamaya koyamayacak kadar “yitmiştir”, benzersiz bir biçem sunarak yaşadıklarını kaybolma duygusuyla, yılan gibi kıvrılan nehirlerin devinimiyle aktarır, ara sıra tutunduğu edebi metinlerin verdiği sabitliği kaybetmemek için çabalar ama her yeni gün başka bir bilinmeyene yolculuk demektir, dolayısıyla kendinden, bilincinden başka tutunacak bir liman bulamaz. Hareket halinde bir liman, Gaviero mavnaya bindiği andan itibaren huzursuzdur, insanı yatıştıran kayıtsızlığın gelmesini bekler ama yolculuğa psikolojik olarak hazır değildir zaten, ticaret yapacağı bölgeyi bulmaktan ziyade yatırımlarını batıran dostlarını düşünmeye başlayıp kendisinin de onların yolunda olduğunu düşünecek, sadece gözleme ayıracaktır geri kalan zamanını. Geminin miçosundan öğrendiğine göre yerliler sık sık beyazların mavnasında yolculuk edip bir gün geldikleri gibi yok olurlarmış, ilişkilerin de kalıcılık duygusu yaratmamasıyla Gaviero iyice içine kapanır, okuduğu kitaplardaki prenslerin davranış biçimlerine dek düşündüğü pek çok şeyi defterine yazmaya başlar. Halikarnas Balıkçısı’nın da aynı biçimde yazdığını biliyoruz, doldurduğu defterin kenarından bir sürü kâğıt parçası sarkar, bir sürü ek bölüm sallanır, sonrasında o “yapı” kitap haline gelirmiş ama ne zorlukla kim bilir. Gaviero’nun üslubunun Balıkçı’nınkini andırması o kadar hoş ki değerlendirmeden geçeceğim.

Altıncı günde gemiye alınan yerlilerden kadın olanı gece vakti Gaviero’ya yanaşır, adamın cinsel organını okşamaya başlar, aynı zamanda erkek yerli de tayfadaki Slav denen dev adamla sevişmektedir, aktifken pasif duruma geçer, mavna bir anda zevk mabedi haline gelir. Cinsiyetler silinir, yoğunlaşıp seyrekleşen bir kümenin hareketlerinden ibarettir gece. Kaptan davranışlarının iffetle ilgili olmadığını söyleyip konuyu kapattıktan sonra herkes yolculuğa odaklanır yine, Gaviero dışında. Kolay para kazanmak için çıktığı yol yaşamının sorgusu haline gelir, geçmişiyle yolculuğu denklemeye çalışır. “Kafamı en çok bu düşüşlerin, başından beri mantıksız olan bu kararların, toplamları varoluşumun hikâyesini oluşturacak bu çıkmaz sokakların yaşamımdaki yineleniş biçimleri karıştırıyor.” (s. 24) Aşka dair başarısızlıklar, paranın peşinde geçirilen günler bir öyküymüş gibi belirir, Gaviero kendini bir karakter gibi duyumsamaya başlar, ölmeden önce hissedeceklerini o yolculukta erkenden hissetmeye başladığını düşünür. Her gün bir başkası olduğunu kendine hatırlatır, başkaları için de aynısının geçerli olduğunu unutmaz. Şahinler çığlık çığlığa av peşindedir, Gaviero’ya göre kayalıklardan kendini bırakan ve uçuşuna kadar hareket etmeyen imge insanı çağrıştırır, bu yüzden dağlardan, şehirlerden, uygarlığın insanından uzak durmaya çalışırken tamamen yabancı bir doğaya varmıştır Gaviero. Unutmanın getirdiği teselliye sığınır, sağalmayı beklerken “lanet iklimin” tüketiciliğinden başka bir şey bulamadığını düşünür. Medeniyetle barbarlığı birleştiren bir sınıfın üyeleri görüşlerini değiştirmese de yolculuğu daha katlanılır kılacaktır ne ki, bir süre sonra karşısına askerler çıkar. Karşılaştığı subay hakkında tayfanın verdiği bilgileri düşünür Gaviero, hiçliğin ortasında var olan adamın katılığı, insanlığa dair emareler göstermemesi ilk kez empati kurmasına yol açar. Bir süre sonra çok ağır bir biçimde hastalandığı zaman subayın deniz uçağıyla karargâha taşınır ve adamı daha yakından tanıma fırsatı bulur. Subay Avrupa ülkelerinde eğitim alıp ülkesine dönmüş, münzeviliğe meyilli bir adamdır, nehirlerin ve ormanların insanlar üzerindeki etkisini bildiği için Gaviero’yla sohbet eder, “zamanın ölçüsüzce genişlemesi” paralelinde kendi düşüncelerini dile getirir, yalnızlığını paylaşır. Anlatı ölüm tehlikesinin etkisiyle açılmaya, Gaviero’nun düşüncelerinden kurtulmaya başlar böylece, Kaptan da yavaş yavaş öne çıkarak kendi imgelerini sözcüklere döker. İçki bağımlılığı bir savunma mekanizmasıdır, Gaviero’yla gerçek bir diyalog kurduğu gün içkiyi bırakarak kendi sonu için hazırlanmaya başlamıştır bir bakıma. Son sözleri olarak görebiliriz bu diyaloğu, önemli bir bölümü şu: “Ormanda beklenmedik, egzotik, şaşırtıcı hiçbir şey yoktur. Bunlar sanki varmış gibi yaşayanların ahmaklıkları. Burada hiçbir şey yok, hiçbir zaman olmayacak. Bir gün iz bile bırakmadan yok olup gidecek bu orman. Yerini yollar, fabrikalar, ilerleme diye adlandırdıkları şaşaalı ıvır zıvıra hizmet etmeye kendini adamış budalalar dolduracak.” (s. 63) Doğal çevrenin yıkımı, kapitalizmin etkisi bir tek Kaptan’ın dilinden dökülür, diğer karakterler varoluşlarına odaklandıkları için kendilerinin dışına çıkamazlar. Nihayetinde alışveriş yapacakları yere gelirler ama kapı açılmaz, saldırıya uğradıkları sırada Gaviero yine Subay’ın yardımıyla canını zor kurtarır ve mavnanın kalıntılarını gökyüzünden izlemeye başlar. Değişen bir şey yoktur yine, mavi yolların yol açtığı çöküntüyü belli ki Avrupa’ya gittiği zaman da taşıyacaktır Gaviero. Anlatıcı kâğıt tomarını bulmadan önce elde ettiği belgelerden birkaçını metnin sonuna yerleştirdiğini söyler, o bölümlere geldiğimizde Gaviero’nun hiçliğin kalbinde olduğu gibi ormanlaşmış şehirde de aynı kaygıları taşıdığını görürüz.

Kereste nakliyeciliğinden depersonalizasyona varan bir yolculuk bu, tropik iklimin bütün renklerini, bunaltıcılığını ve büyüsünü taşıyor bir yandan. Latin Amerika’nın kendinden büyülü gerçekçiliği. Fantastiğe varan ögeler yok, gerçekliğin dokusu gerçeküstüyle yoğurulmuyor. Gerçek yeterince karmaşık, özellikle o coğrafyada.

Tavsiye ederim, okunur.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!