Katerina Poladjan – Bana Evimizi Anlat, Anahid

Nesiller, yıllar sonra yurda dönüp atadan kalanları bulmaya çalışmanın ekmeği bereketlidir, geçmişi eşeleye eşeleye cevhere ulaşmaya çalışmak hart, geçmişin hikâyelerinden dramlar çıkarmak hurt, yine de bitmez. Bayağıca yenirse yavandır, Poladjan’ın metni böyle. Gördüğüm en iyi örnek Her Şey Aydınlandı, klişeyi olabildiğince klişeden çıkaran, nadir parlaklıkta, müstesna bir eser. Aleksandar Hemon’un metinlerini aşağıya değil, yana bir yere koymak lazım, Rusya’yla Bosna’nın elli yıl arayla sağ çıktığı kıyametten kurtulabilenleri bu ikisi kadar derinlemesine, aynı ölçüde mizahla anlatan yazar bilmiyorum, denk gelirsem bir gün bilirim. Norman Manea aşırı ciddidir mesela bu konuda, Holigan’ın Dönüşü‘nde karakter Romanya’da kaybolan çocukluğunu rejimin değişmesiyle tekrar hatırlamak ister, memlekete dönmeye karar vermesiyle eskiyi yeniyle tokuşturur ama matrak değildir, duvar kadar resmîdir. Duvar bence dünyadaki en resmî, somurtuk nesnedir, eğretileme olsun, çağrışım olsun, hiçbir şekilde renkli bir imge doğurmaz. Dolayısıyla duvarı duvar olmaktan çıkarabilen yazarları takip ediyorum, kurşuna dizilen aile üyelerinin geride bıraktıklarını bulmadan önce tuhaf, absürt olayların ortasında kalan sünepe karakterin bir dünya badire atlattıktan, o sırada okuru güldürdükten sonra gözlerinden dökülen yaşları daha bir gözyaşı belliyorum. Bir At Bara Girmiş bu bahsettiğim ağır, göstermesi zor kontrastı belirgin kılıp anlatıya sıkı sıkı bağlayan iyi bir örnek, aklıma geldi. Poladjan’ın metni bu örneklerin tam neresine düşer, aşağılarda bir yere herhalde. Formülü bir kez açığa çıktı mı devriliveren kurgunun altında kalan metin. Her şeyi bodoslama yap: İstanbul’u kat, Osmanlı’yı an, Kars’a yolculuk yapılacaksa Türk al yanına, sonra hikâyenin başına dön ki o noktaya gelene kadar neler yaşandığını anlatıp şaşırtmaya çalış. Öf. Hayır, heyecan verici bir şey de yok ikinci bölümde, anlatıcının Kars’a gitme nedenini hemen öğrenemediğimiz için kafayı kırıyorsak başka. İlk bölüm daha fena, anlatıcı hangi işle iştigal ettiğini anlatıveriyor: “Arşivin bodrumu ve odalarında on yedi bin elyazması ve kitap muhafaza ediliyor; raflarda, çekmecelerde, zırhlı kasalarda haritalar, folyolar, gravürler ve ben giderek daha çok seçiyorum havalandırmanın uğultusunda kelimeleri ve seslerinin mırıltısını.” (s. 5) Antika kitapların arasında dolanıyor anlatıcı, kitapların yastık altlarında, raflarda durduğu zamanları merak ediyor, her şey apaçık. Sevmiyorum apaçıklığı, sonradan numarası çıkmıyorsa kurmacanın zekâ düşüklüğünü çaktırıyor, can sıkıyor. Neyse, anlatıcımız on yıl önce Tarık’la tanışmış, sanat tarihi öğreniminden sonra somut bir şeyler yapmak için Süleymaniye Kütüphanesi’nin atölyesinde staja başladığında Tarık’la annesinin evinde kalmış, Kars’a birlikte gidecekler de anlatıcının Ermenistan’da yaşadığı serüvene, tamir ettiği kitaptaki yazılardan doğan yan hikâyeye bakacağız önce. Helene Mazavyan, kitap tamircisi, Ermeni Elyazmaları Enstitüsü’nün davetiyle geldiği Ermenistan’da Levon Petrosyan’la takılıyor uçaktan iner inmez. Başına buyruk bir adam Levon, maceranın nesnesi belli. Kültürel farklar soyadın sesletimiyle birlikte boca edilecek metne: “Abovyan. Petrosyan. Mazavyan. Soyadım aniden fonetik bir topluluğun parçası oluvermişti Sanki. Ben ki o zaman kadar soyadımı üstüme oturmayan bir elbise, yemek yerken bile çıkarmadığım yamuk bir şapka gibi taşımıştım.” (s. 11) Elbise ne sebeple oturmuyor, şapka neden yamuk, bunlara dair hiçbir şey yok bu arada, geçmişe dönüşlerde konuyla çok az ilgili ailevi sorunları görüyoruz anca. Helene’in annesi Sara sanatçı tipinin bayat bir örneği, kızının oyuncak hayvanlarının kafalarını koparıp yerine ölü Ermeni çocukların fotoğraflarını koymuş, böylece kızına dört dörtlük bir travma yaşatıyor. Telefon görüşmelerinde aralarındaki bağın ne kadar zayıf olduğunu göreceğiz sonra, Helene’e ailesinin izlerini bulmasını söyleyen Sara mevzuyu pek de umursamadığını, aslında umursadığı pek bir şey olmadığını hissettirecek, sanatı hariç. Fransa’daki partneri Danil’le ara sıra konuşuyor Helen, kurdukları dil kısa, lirik, imge deryası. Başkalarıyla yaşadıkları hiçbir şey ilişkilerini koparamaz gibi duruyor, başka da hiçbir şey gibi durmuyor hiçbir şey, yani karakterlerin edimlerini, niyetlerini yüzeyde tutmanın yolu yüzeyi eylemlerle oluşturmaksa o da yok. Nostaljinin ağırlığını taşıyacak nitelikte bir karakter değil Helene, sırf kültür çatışmasını örneklendirmek ve katliamın günümüzdeki yankısını kendi özünden gelen parıltı olmadan iletmek için dikilmiş bir duvar. Levon’la ilişkisi yaramaz gencin hevesine tutunan kadınlık bir, Levon’un profesyonel askerliği ve Azerilerle çatışırkenki gönül rahatlığı olmasa erotizm doğmayacak say. Bu mevzudan doğan harala gürelenin sonucunda Levon kapısına geldiğinde Helene delikten bakıp adamın gidişini izliyor, bir süre sonra Levon’un çatışmada öldürüldüğünü öğrenince Ermeni Elyazmaları Enstitüsü’nde çalışan anne Evelina’nın evinde vedalaşıyor adamın anılarıyla, babasından Levon’un çocukluğunu dinliyor, tamam. Ararat’ın dünyanın her yerinden görülmesi, hiçbir Ermeni için yeterince Ermeni olmamak, diaspora yaveleri, böyle ışıl ışıl bir Ermeni dünyası. Göze kulağa kaçıyor, romanın estetiği zaten arkalarda bir yerde kayboluyor, meh. Helene’in gece hayatında karşılaştığı insanların kirişi kırıp Avrupa’ya topuklamalarını şu cümleyle tamlayabiliriz, böylece Avrupa hasreti son bulur: “Antikçağda Avrupa’nın sınırı Kafkasya’ydı, Ermeni ciltleme tekniğinde kordon kullanılması Hıristiyan-Bizans etkisine işaret ediyordu.” (s. 30)  Avrupalısınız, tamam. Yüz yerde karşımıza çıkınca bayıyor.

İki hikâyeden bahsedip bitireceğim, Helene’in restore ettiği İncil’in kenarına köşesine yazılan cümlelerden, sözcüklerden, sayılardan üfürülen hikâyelerin en uzununda Anahid’le kardeşi Hrant’ın bilinmeyene kaçışları anlatılıyor. Ordu’nun cayır cayır yandığı bir zaman iki kardeş saklanacak yer arıyorlar, annelerinin zoruyla yola çıktıklarından akılları geride kalıyor ama hayatlarını kurtarmak için asker hariç kime rastlarlarsa güvenmek zorundalar. Yanlarındaki İncil’e notlar karalıyor Anahid, kardeşinin yakalandığı ağır hastalığı kayda geçiriyor, arada kötü insanlara rastlarlarsa istismar ediliyor. Rastladıkları çoban onları saklamayı kabul edince Anahid nihayet annesini bulmak için tek başına geri dönmesi için gereken koşulların oluştuğunu düşünüp yallah, kardeşinin alnına haç çizip yollara düşüyor tek başına, İncil’in kardeşini koruyacağını düşünüyor. Helene’in bildiği veya bilmediği hikâye bu, kendi hikâyesi daha niteliksiz. Tarık’ı yanına alıp yollara düşüyordu, Kars’a geldiği zaman atalarının kemiklerinin yığıldığı evi PKK’lı bir şoförün yardımıyla buluyor, beyaz Toroslar geçiyor bir yerde, Ermenilerin katlettiği Türkler için dikilen heykelin etrafında dolanıyorlar. Tarık yaşanacak şeyleri kestirerek arazi olup kendi araştırmalarını sürdürüyor başka bir yerde, Helene yakın zamanda tanıştığı insanlarla dolanıyor, kemiklerle yetinip dönüyor geri. Roman böyle sonlanıyor, ortaya karışık bir şey, hikâye beceriksizce kullanıldığı için acı şelalesi sadece. Gençlerin, yaşlıların, işsizlerin, işlilerin, askerlerin, sivillerin, herkesin Ermenistan’la ilgili ayrı bir penceresi var, herkes kendi açısından yaklaşıyor ülkeye, herkes orijinal yaveler sıkmaya teşne, vay Ermenistan ve vaylar Ermenistan. Açıklama atağına kapılıp bir anda dökülen karakterin söyledikleriyle bitireyim: “‘Karaduman da Kürt,  zamanlar en çok da Kürtlerin Ermenileri kestiğini biliyor. Bunu biliyor. Bütün Kürtler biliyor. Ve şimdi Kürtlerin Türkiye’de bir yeri yok, Türk devletinde asla bir yerleri olmadı. Ermeni bir arkadaş bir keresinde ırmak kıyısında şöyle demişti: Siz bizim yerimizi elimizden aldınız, şimdi sizin de yeriniz yok. O zaman Kürtlere, Ermeni öldüren cennete gider demişler, onlar da köylerdeki Ermenileri öldürmüş. Ve ortada usta kalmayınca ne yapacaklarını şaşırmışlar, bu sefer de Ermeni kurtaran cennete gider denmiş. Ama kurtaracak Ermeni kalmamış.’” (s. 207)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!