Proust zihinler ve zamanlar arasında dolanıp anlatısını kurar, bilincin yaylarını iyice gevşetenlere hitap eder en çok. Anlatıcısı pratikte her şeyin karşılığıydı, mekanla o kadar bütünleşirdi ki koca kilisenin tasvirinin yanında sesin, yankının işitildiği duyulurdu. İşitilen neyse tasvirin sesletimidir, anlatılandır, o ânın kaydıdır. Başka anlara geçitler açılır, bir olayın berisi bir başkasının ötesidir de henüz belli değildir bu, zamanda başka bir sıçrayışla, atlamalarla anlaşılacaktır. Eksikliğin doldurulması veya boş bırakılması tüm yapının zihinde canlanmasıyla olur, başarılabilirse, meğerki okur çizgisel karakterin, anlatının dışına çıkamasın. Uygulama başarılıdır, modern metin temayüle yüz vermemiş, en azından kendi anlatı yollarını çizebilecek kadar riayet etmemiştir de ne olmuştur, yani nedir Proust’un başardığı, başardığının teorisi bu koca metnin kaç parçadan oluştuğunu kaç parçaya ayrılarak gösterecektir? Genette yapısalcılığının verdiği yetkiye dayanarak aletlerini çıkarır, Kayıp Zaman‘ı olabilecek en ince biçimde ayrıştırır ve Todorov başta olmak üzere pek çok kuramcıdan aldığı kavramlarla inceler, ayrıştırdıklarını birleştirince yine aynı metni görürüz. Biraz daha parlaktır artık, okurken fark etmediğimiz anlatı niteliklerini görmüşüzdür, mesela anlatıcının zihinden zihne atlamaları serbest dolaylı anlatıcının yapabildiklerini de aşmıştır ki birinci tekilden hiç çıkmamıştır anlatım, üçüncünün birinciyle bütünleşmesine nasıl varmıştır, akıl muhayyile almaz ama alır, yapılmıştır, Proust muazzam dikkatle çalışarak gelmiş geçmiş en büyük, kusursuz edebi eserlerden birini ortaya koymuştur da diyemem, Genette bazı anlatı arızalarını ortaya koyuyor. Metni hangi çerçevelere alıp inceleyeceğini anlattıktan sonra. Teorik yaklaşımla atomlarına ayıracağı metnin eleştirel bakıştan uzağa düşeceğini biraz da hayıflanarak belirtiyor Genette, kabaca öznellikle nesnelliğin çatışması diyebiliriz, sentezin formülü var yine de: “Belki de ‘teorik’ kuruluk ile eleştirel müşkülpesentlik arasındaki gerçek ilişki, devamlı yenilenen bir rotasyon ile karşılıklı bir hüsnükabulden ibarettir.” (s. 12) Romanı romanla ölçme yolu eleştirinin dayanak noktası, tekniğin kusursuzluğu anlatının özgül yapısının dağılmamasına bağlıysa Balzac, Flaubert veya Stendhal büyük ustalar olarak karşımıza çıkıyorlar, tabii kendi dönemlerinin edebiyatını düşündüğümüz zaman. Proust’un farkı pek az çerçeveye sığması, kendi çerçevelerini yaratması denebilir, anlatılan zamanla anlatı zamanının kullanımı arasındaki ilişkiden karakterlerine farklı sesler kazandırmasına kadar pek çok ögede özgünlüğü, ayrıksılığı göreceğiz. Gördüm, üç yıl oldu sanırım onca sayfayı okuyalı, başımın nasıl döndüğünü hatırlarım. Genette’in incelemesinden sonra neleri kaçırdığımı da biliyorum artık.
O kadar çok kavram biçimlendiriliyor, hiyerarşik bir düzene oturtuluyor ki değerlendirmek için ayrı bir yazı lazım, ben teorinin açıklanmasından çok Kayıp Zaman‘a uygulanmasının sonuçlarına değinmek isterim, yine de içim rahat etmez, bir iki kavrama bakarım şöyle. Anlatı üç biçimde değerlendirilebilir, Genette terimin en yaygın anlamını kullanıyor ama diğer terimlerle ilişki kurarak yapıyor bunu, örneğin yine en yaygın anlamıyla hikâye ve anlatılama sacayağın diğer parçaları. “Anlatı, naklettiği hikâyeyle ilişkisi içinde anlatı olarak yaşar; söylem ise, onu dile getiren anlatılama ile ilişkisi içinde söylem olarak yaşar.” (s. 17) Bir yerlerde tokuşacaklar yani. “Giriş” bölümünde yapının temel taşlarını veren Genette zamanın kullanımıyla başlıyor, hikâye zamanı ve anlatı zamanı arasındaki münasebetler. Olaylar dizisinin zamansal düzeninde anakroniler var, zamanın kullanım biçimlerine verilen örneklerde İlyada ve Robbe-Grillet’nin metinlerine de değiniliyor, anakronilerin türlü tezahürleri kısaca. Genette hikâyenin kronolojik düzeniyle anlatı düzenini birleştirdiği formülünü sunuyor ki metnin geri kalanında Kayıp Zaman‘dan verdiği örnekleri bu formül üzerinden sınırlayabilsin. Sınırlanmalı, Proust tek bir paragrafta zamanı dokuz kez zıplatabildiği için şart. Anlatılan zamanda değinilen sonranın olaylarına prolepsis, öncenin çağrışan olaylarınaysa analepsis diyor Genette, aslında onca sayfanın koca bir önceliğin ara ara sonralığı ve daha da önceliği, sonralığı, önceliği, sonralığı olduğunu anlatıyor, iki olay arasında boşluğa yer kalmayacak kadar sıkılık varsa sonradan yana kaydırıp yer açmaya da paralipsis dedi mi gör eğlenceyi, doldur-boşalt-doldur taktiğiyle genişleyen, genişleyen, genişleyen bir anlatı. Genette’e göre Marcel’in aşktan ilk kez haz aldığını söylediği kanepeye dair sahneler atlanmıştır, haliyle genişlemenin de sınırları olduğundan bahsedebiliriz. Muhtemel bir otosansür. Yinelenen analepsis dönülen yerdeki karanlıkları farklı zamanlardan ve noktalardan aydınlatabilir de bazı yerler karanlıkta kalmaya mahkum, Proust’un aşığını kurmacada kadın karaktere döndürmesiyle aynı sebepten. Bu bölümü mühim bir alıntıyla bitireceğim: “Bir olay olduktan sonra, ya pek de özgün olmayan bir şeyi manidar kılarak ya da ilk yorumu çürütüp yerine bir yenisini koyarak geçmiş hadiselerin anlamını değiştirmek, aslında anımsamaların Kayıp Zaman‘daki en değişmez işlevidir.” (s. 46)
“Süre” bölümünde hikâyenin hızıyla anlatının hızını kıyaslar, zaman atlamalarının dışındaki bölümlerin belli bir sabit hıza sahip olduğunu söyler Genette, bu tokuşmaya isokronik anlatı adını verir, ne ki anlatılan zamanla anlatı zamanı arasındaki mesafe azaldıkça bu dengenin bozulduğunu, sapmaların arttığını kanıtlar. Hafıza, olan biten yaklaştıkça daha seçicileşir ve genişler, ayrıca Genette’in belirttiği hızlanım ve yavaşlama biçimlerini içermez, örneğin Proust’ta anlatının kesileceği noktalarda herhangi bir hız değişimi hissedilmez, zaman aynı akışı korur, görecelilik burada askıya alınmış gibidir. Çatışmadır aslında, bilincin saflığı öylesi yüksekken öznel bir zaman algısını nasıl yansıtmaz? O da kurmacanın ögesidir, Proust’un alametifarikası. Tasvirlerinin zamanıysa algısal faaliyetin nesnel bir yansımasıdır adeta, hikâyenin diğer bölümlerine perçinlenmiştir. Tasvir arası veya “ara”, kanonik ölçü yoktur. “Sahne” ve “eksilti” vardır ki ikincisini zamanın işlenişinde, ilkini de hikâyeye giren insanların detaylı anlatımından biliyoruz. “Dolayısıyla, Proust anlatısı altüst etmediği herhangi bir geleneksel anlatı ölçüsü bırakmamıştır ve böylece roman anlatısının ritmik sisteminin tümünü derinden etkilemiştir.” (s. 106) “Anlatı sıklığı” da benzer bir özgünlüğe sahiptir, Proust olaylar bağlamında birçoğun tekini, birçoğun tamamını, tekin tekini ve birçoğun birçoğunu farklı anlatı yoğunluklarıyla ele alır Proust, mesela madlen bir kezdir de Saint-Loup defalarcadır, anlatımlarının düzeyleri değişir ki Saint-Loup bile aynı kalmaz, Marcel’in askeriyeyi ziyareti sırasındakiyle sosyetik ortamlardaki bir değildir. Genette bu tekrarlamalar için ayrı bir bölüm ayırmıştır da Proust’un falsolarını göstermiştir, o kadar büyük bir yapıda tekrar standardını tutturmanın zor olduğunu görürüz, Proust için bile. Genette yinelemeli zehirlenmesi der bu falsolara, Proust’un kafasının sık sık karıştığını söyler. Metnin ilk versiyonunda hatalar daha belirgindir, Proust zaman buldukça oynadığı metni kusursuzluğa yaklaştırmaya çalışmıştır, versiyonlar arasındaki farklar kısa ama önemli kısımlar olarak karşımıza çıkar.
“Kip” kısmı diegesis-mimesis karşıtlığını, mümkünse bütünlüğünü içerir. Hem gösterme hem de anlatma aşırılığına kaçan Proust ikilikleri tek potada eritme konusunda benzersizdir, gerçeklik icazetini almada hiç sorun yaşamaz, anlatıcısını olayların göbeğine yerleştirip ansızın ortadan kaldırmakta üstüne yoktur. Geleneğin biriktirdiği anlatım biçimleri bir araya gelmiştir, Fielding’in anlatıcısının hikâyeye bodoslamadan dalması, Sterne’ün hikâyeyle bütünleşmekten hikâye olmuş anlatıcısının gevezelik etmesi gibi esinler birleşir, Marcel’in sesine dönüşür. Kahramanın ve anlatıcının her zaman örtüşmediği malumdur, her koşulda biri diğerinden daha fazlasını bilmek zorundadır da bunu Proust kadar maharetle gizleyebilen var mıdır bilmem.
Kayıp Zamanın İzinde değil bir, herhangi bir metnin çözümlenmesinde de yol gösterecek şahane bir inceleme.
Cevap yaz