Helmut Krausser iyi bir romancı, ikna etti. Callas’ın yaşamıyla bezediği bu metninde terse yatırma var, özgün karakter var, açıkçası bazı ögeleri asgari düzeyde de olsa bir romanda olması gereken tüm nitelikler tutturulmuş. Hikâyenin varacağı nokta belirsiz, esas kadın Cora Dulz her türlü deliliğe kalkışacak kadar bıkkın, adam zaten tarihten daha yaşlı, Callas da iyi bir sanatçı işte, Şeytan’a pabucunu ters giydiriyor gerçekten. Terapi sahnesiyle başlıyoruz, adam Cora’ya derdini anlatıyor. Çocukluğu zor geçmemiş, ailesi zengin değilmiş, on yıl önceki doğum günü partisinde teypten gelen şarkıyı dinleyerek karanlıklara doğru yürürken Maria’yı görmüş, bembeyaz bir güzellikmiş karşısındaki: Maria Callas. Cora dinlediğini göstermek için saçma notlar alıyor, bir terapistten beklenen bütün hareketleri yapıyor, hikâyenin gittiği noktayı merak ediyor sonra. Adamın adının Stanislaus Nagy olduğunu öğreniyoruz, kimliğinin bir parçasını öğreniyoruz daha doğrusu. Nagy o geceden on yıl sonra Callas’ın plaklarını ve biyografilerini toplamaya başlamış, korkunç bir tutku. Söylediğine göre karşılığı olmayan her tutku en ağırından bir hastalık, eğer varlığını bir arada tutabilecek gücü veriyorsa hastalıklar sevilir. İlk bölüm sonlanırken pazartesileri devam etmeye karar veriyorlar, başlardaki bölümlerde günler de belirtiliyor ama işler karıştıkça sadece bölüm numaraları kalıyor geriye, hoş detay. Cora’nın odağında ilerlediğimiz için evindeki durumu da görüyoruz tabii, eşi Robert’la sürdürdüğü mutsuz evliliğin tanığı haline geliyoruz. Robert kalp hastalığından ötürü sevişmemeyi tercih ediyor, sevişecekse en az efor sarf edeceği pozisyonun dışına çıkmamalı. Tutkulu aşkın nereye gittiğini merak ediyor Cora, tek bir kez, gerisi bunaltı. Birbirlerini serbest bırakmışlar artık, sadakat söz konusu değil, Robert eşini sıkmıyor bu konuda. Uğraşıyla ilgileniyor daha çok, garip ölümlerin peşinde. Gazeteleri tarayarak ölüm haberlerini okuyor, ilgisini çekenleri arşivliyor, bazılarını görebiliyoruz. Venedik’te bir kadın otobüs yolculuğu sırasında beyin kanaması geçirerek ölmüş, kimse farkına varmamış, geceye kadar öyle kalmış kadın. Yunanistan’da bir dalgıç bulunmuş yanık ağaçların arasında, yangın söndürme helikopteri denizden su çekerken adamı da hüp diye çekivermiş, bırakmış yangının ortasına. En bilinen ölümlerden biri bu herhalde, internette denk gelmişizdir. Doğuda bir yerde düzenlenen bir satranç turnuvasında rakibinin gözüne filini sokmuş bir adam, hakem gözüne fil giren adam hamle yapmadığı için rakibini hükmen galip saymış. Bu ölümlerle metnin çeşitli yerlerinde karşılaşacağız ama neden karşılaşıyoruz, esas hikâyeye nasıl eklemlenecek, bunu bilemiyorum. Robert’ın pek bir ağırlığı yok anlatıda, yük.
Kısa cümleler, Nagy’nin tiratları dışında uzayıp giden anlam kovalamacası yok, basit. “Biçimsiz kâğıt parçaları, günün parçalanmış cümleleri… İnsanın kendisini bir başka dünyada bulduğu ve kendine yaklaştığı, diğer zamanlarda kendinden ne kadar uzak olduğunu anlayacak kadar kendine yakınlaştığı o anı bilir misiniz? Düşünceleri yaldızlayan o büyü. Ayaklarınız yerden kesilmiş gibi olur.” (s. 23) Son derece insancıl, duyarlılık dolu sözler, Cora etik kutik dinlemeden adama tutulmaya başlıyor, evdeki ölümden kurtulup yaşama dönmeye çalışıyor bir yandan, öyle ki Nagy’nin ürün dedektifi olarak çalıştığı markete girip suç işlemeye hazır. Adamın söylediği her şeye inanıyor Cora, daha fazlasını öğrenmek istedikçe adamın garip bir biçimde uzaklaştığını fark ediyor. Öpüşmeleri lazımdı, adam öpücüğe karşılık olarak kalkık kaş ve tebessümden başka bir şey sunmuyor, Cora için ilk yara. En büyük yara Nagy’nin kim olduğunu öğrendiği zaman açılıyor herhalde, başta inanmasa da zamanla adamın hikâyesinde aksayan bir yan yok, anlattıkları tutarlı, gerçekle sınanamasa da o kadar iyi bir hikâye ki inanmak istiyor Cora, bu yüzden terapilere son vermiyor. O zamana kadar bütün söyledikleri yalan Nagy’nin, aslında Şeytan’ın ta kendisi. “Cora Dulz saygın, meraklı, anlayışlı ya da sabırlı yüzünü gösterme konusunda seçim yapamadı. Bu yüzden ortaya postmodern bir karmaşa çıktı.” (s. 52) Asla çocuk olmamış Nagy, başlangıçta bir fikirmiş, sonra görüntüler oluşmuş, görüntüler ete kemiğe bürünmüş ve insanlaşmış. Bir zamanlar Tanrı’yla, “bunakla” insanları cezbetme konusunda yarışmalar yaparlarmış ama usanmışlar, Tanrı insanı kendi haline bırakıp sahneden çekilmiş, ortalık Şeytan’a kalmış. Rakip yoksa kötülüğün anlamı da yok, Nagy bütün gücüyle insanlardan bir insan. Maria’yı İkinci Dünya Savaşı zamanında Atina’da görmüş, sesine âşık olmuş hemen. İtalyanlar ve Naziler şarkı söylemeyi yasaklamışlarsa da Nagy’nin iteklemesiyle kızın sesine hayran olmuşlar, yasaklar Callas için geçerli değilmiş artık. Tanrı yine kendini gösterip Şeytan’ın işine çomak sokmuş birkaç kez, o kadar. Callas Avrupa’ya gittikten sonra ünlenmeye başlamış, fotoğrafları metne içkin. Sekiz dokuz fotoğrafta sanatçının bütün yaşamı özetleniyor, zirveden dibe iniş arasında üç fotoğraf var. Callas’ın hikâyesi kolaylıkla bulunabilir, Nagy’nin anlattıklarına odaklanıyorum: Callas’ın iki finosundan siyah olanının içine girmiş Nagy, beyazı dehlemiş ve sıklıkla kapıldığı klostrofobiden, bedenin hapishaneliğinden yılmışsa da Callas’a yakın olabilmek için her şeyi yapmış. Söylediğine göre kokudan veya başka bir şeyden anlarmış Callas, yanında bir yabancı var ve tekin biri değil. Ölümünden kısa bir süre önce Nagy’le mantıklı bir konuşmayı sürdürebilmiş, Şeytan bütün hikâyeyi anlatırken usulca dinlemiş ve ardından ölüvermiş, bu kadar. Cora’ya yanaşmasının sebebi kadının Callas’a benzemesi, özellikle gözlüğünü taktığı zaman. Sınırı geçtiğini bilmesine, Cora’nın akıl sağlığının bozulduğunu görmesine rağmen kendine engel olamıyor, arada terapiyi sonlandırıp ortadan kaybolsa da Cora’nın saplantısı giderek şiddetleniyor bir noktadan sonra. Hikâyeyi sadece Nagy’nin sözleriyle bilmiyoruz bu arada, Cora dinlediklerini yardımcısına yazdırdıktan sonra kâğıttaki hikâyeyi terapi üslubunca gördüğümüz de oluyor, mesela dipnot olarak Cora’nın Nagy’ye ve terapi sürecine dair düşünceleri düşülmüş. Krausser bir iki numara da yapıyor, Cora’nın yardımcısı birkaç öpücükten sonra büyülenerek bütün notları, Cora hakkındaki bütün bilgileri adama veriyor, böylece adamın kendisine dair onca gizi nasıl bildiğini merak eden Cora bütün hikâyenin uydurmaca olduğunu düşünüyor bir ara, tekrar Nagy’yle karşılaştığı zaman hikâyeyi dinlemeye devam ediyor, inanç tazeliyor bir anlamda. İpini koparana kadar adamla sevişmeye çalışacak ama başaramayacak, tecavüz fantezilerinden bir hayvan tarafından düzülmeye dek aklına gelmeyen şey yok. Nagy en sonunda kadından eteğini kaldırmasını istiyor, homurdanarak yaklaşıyor ve arazi oluyor ansızın, kadınla bir şey yaşamak istemediğini baştan söylüyor zaten, amacı belli. Defalarca aşağılandığını düşünen Cora en sonunda eve gidip Robert’ı vurarak öldürüyor, silah Nagy’nin. O sahne de ilginç, Robert rüyasında “yetkililerle” anlaşarak nasıl öleceğini belirlemeye çalışıyor, uyanır uyanmaz dan! Polisler hemen harekete geçiyor tabii, Nagy’nin yaşadığı yeri basıyorlar, kapkara bir fino dışında hiçbir şey yok. Köpek de fırlayıp kaçmış üstelik, buzluktaki ölü beyaz köpeğin hikâyesi meçhul. Son bir numara, Cora gazete okurken haberi kesip Robert’ın koleksiyonuna katıyor, Robert’ın ölüm haberini.
Aylar sonra son kez karşılaşacaklar ama hikâye Callas’ın ölümüyle bitti, dinleyecek ve anlatacak hiçbir şey kalmadı, uzaktan uzağa bakışarak yaşamlarına devam edebilirler. Diye yazınca düşündüm, Şeytan var oluşuna devam edebilir, Cora yaşamına. Roman aşağı yukarı bu, Nagy’nin insanlığa dair kestiği ahkâm etkileyici, Callas’ın güzelliğini ilahî bulduğu zaman Tanrı’nın kazandığını anlaması hoş bir icat, kısacası okunası bir roman bu.
teşekkür ediyorum paylaşım için, kitabı duymadım desem ve bir kenara kıvrılıp ölsem 🙂
Ahmet Karcılılar’ın Fotoğraf Hikâyeleri’nde adı geçiyor metnin, hatırladım da söyleyeyim dedim.
İkinci baskıyı görmemiş ne yazık ki, sahaflardan bulabilirsiniz.