Ölüm uzaktan “tsısı” diye gülerek bekleyen bir arkadaş. Uzakları yakın edebilir, uzamın uzağından çıkıp gelebilir, enseye ansızın şaplatabilir. Karbon bazlı yaşam formu olduğumuz ve her an çözülebileceğimiz için yaşamının farkında olan kişiler olarak canımız sıkılır ama niye sıkılır, anlaşılmaz bir şey. Yani sokağa çıkıyorum, İspanya’da veya Hawaii’de de sokağa çıkıyorum, yiyorum, içiyorum, sevişiyorum, aşkınlıkları deneyimliyorum, çocukların ilk adımlarını görüyorum, mezuniyetlerinde gözlerim doluyor falan, ne bileyim, bu kadar. Dünya bu. Haliyle örüntüler belli, deneyimler tatmin etmiyor, o halde ölümü merak etmek normal. Dünya değişiyor bir anda, Tao’ya göre yükselen dalganın tekrar indiği nokta, semavi dinlere baktığımızda öte tarafın sıcak ortamları var. Ortama göre derece değişiyor tabii. İnançların hap çözümlerini yuttuk mu sıkıntı ortadan kalkıyor, yaşamın anlamı barizleşiyor, kafa rahat. Benim herhangi bir inancım yok mesela, elimde bir merak var. Stan Lee’nin röportajını izlerken fikir biraz daha oturdu, sonra Neil deGrasse Tyson’ın röportajında ölümsüzlüğün olumsuz yanlarına rastladım ki bu kısa video May’in koca bir bölüm ayırdığı ölümsüzlük meselesini şahane özetliyor. Jorge Luis Borges’in “Ölümsüz” öyküsünden yola çıkan May ölümsüzlüğün atıllığı da birlikte getireceğini söylüyor, önümüzde sonsuz bir zaman varsa hiçbir eylemimizin anlamı olmayacaktır. Yaşamın irrasyonelliği öyküdeki ölümsüzlerin hiçbir yere varmayan bir labirent inşa etmelerine yol açıyor, süper analoji. Ölümlülüğünün farkında olmayan insanın durumu biraz daha karışık, geleceğimizin niteliğini bilmeden insanlığımızdan emin olup olmayacağımızı bilemeyiz May’e göre. “İnsanların yaptığı gibi geleceği planlamak, en azından çok geniş bir çerçevede geleceğin neye benzeyebileceğine dair bir anlayış gerektirir. O zaman insanların yaptığı gibi kendilerini geleceğe göre konumlandıran varlıkların geleceğin sona erip ermeyeceğinden haberdar olması kaçınılmaz görünüyor. Ya ölümlülüğümüzden haberdarızdır ya da ölümsüzlüğümüzden.” (s. 64) Ölümsüzlüğü yirmilerimizin sonu ve otuzlarımızın başındaki halimizin sonsuza dek değişmeyeceğini düşünerek hayal edebiliriz, ölümsüzlük bu dönemdeki isteklerimizden mahrum kalmamaktır. Bunun yanında sahip olmadıklarımızın bir kısmına hiçbir zaman sahip olamayacağımızı gösterebilir, örneğin hiçbir zaman iyi bir gitarist olamayabiliriz ama şu meşhur “10.000 saat” formülünü hatırlarsak önümüzde çalışacak uzunca bir zaman olduğunu düşündüğümüzde her şeyi yapabiliriz, bir maymunun Shakespeare’den bir oyun yazabileceğini de teslim ederiz. Nedir, yeterli zaman bir işte iyi olmamızı sağlar ama tanımlanamayan o şey yoksa, haliyle yapılan işten alınan keyif de yoksa ölümsüzlük bu durumda cezaya dönüşür. John McLaughlin gitara kendisinden daha fazla zaman ayıran birinin çok daha iyi bir gitarist olabileceğini söylerken bir noktayı düşünmüyordu bence, başarıda yeteneğin düşük ve çalışmanın yüksek etkisinden bahsedilir ama ortaya konan eserde farkı yaratan o yetenektir, herkes kaslarını belli bir süre çalıştırarak bir işte kusursuzluğa yaklaşabilir ama fark yaratacak yetenek, o şey yoksa yapılan iş spordan başka bir şey değildir. Ölümsüzlükte durum buyken ölümlü halimizle sadece iyi olduğumuz alanlarda yoğunlaşırız haliyle, örneğin çok okuruz, izleriz, koşarız, yüzeriz, düşünürüz, konfor alanından çıkmak bu uğraşlara ayırdığımız zamanın ortadan kalkması tehlikesini de taşır. Yaşamdan ne beklediğimize göre değişir bu mevzu, yarın dans kursuna başlayabiliriz ve belli bir noktadan ötesine geçemeyeceğimizi anlamak, kaybına üzüleceğimiz zamana mal olabilir. Ölümlülük tam da bu noktada işe yarar, bir şeylere ayıracağımız zamandan tasarruf etmemiz gerektiğini hatırlatır. Ölümsüzlük bu kaygıyı ortadan kaldırsa da başka sorunları ortaya çıkarır, yaşamımızı müziğe adasak ne kadar sürecek bu? Anlam çıkmazına giriyoruz yine: “En derin tutkular bile yeterli bir zamanın geçmesiyle kaybolup gider. On yıllarla aşındırılamayan şeyler muhtemelen asırlarla ya da milenyumlarla aşındırılacaktır.” (s. 76) Hak veresim yok ama May’in görüşünün haklılık payı var, bunu deneyimleyene kadar eğriyi doğruyu bilemeyeceğiz sanırım. Martha Nussbaum’a göre sonsuza ıraksayan yaşamlar herhangi bir insani değer taşımayacaktır artık, yaşam herhangi bir şey için riske atılmayacaktır örneğin, cesaret yok olacaktır. Thomas Nagel’a göre deneyim olumludur, uyanınca gözlerimizi açtığımız odayı algılamak bile yaşamak için başlı başına bir sebeptir ama Nussbaum’a göre ölümsüzlük bu doyumu ortadan kaldıracak er geç, “salt deneyim yaşamı sonsuz bir zaman aralığı boyunca değerli kılmaz”. Ölüm yokken çok az şeyin önemi var, tam ters durumdaysa çok şey önemli ama paradoks şu ki anlamı veren ölüm o anlamı tekrar geri alır, bundan kaçış yoktur. Ölümsüzlük anlamı verip geri almaz, sadece alır. Ölümsüzlükte işlerimiz ve bağlılıklarımız değil, bunların önemi risk altındadır. May roman üzerinden verir örneğini, bir romanın bitmesiyle romanın roman olduğunu söyler ve ekler: “Eğer ölüm bir yaşamın silsilelerini, o silsileler nerede kesilirse kesilsin orası keyfî bir nokta olduğundan, belli bir şekil almasının önünü kesiyorsa ölümsüzlük de onların böyle bir şekil almasına olanak tanımaz, çünkü o basitçe onları kaydetmemizi engeller.” (s. 88) John Oldman’a eşyalarını neden dağıttığı sorulduğu zaman herhangi bir nesnenin hiçbir anlam taşımadığını söyler Oldman, eline bir kalem alır ve sonsuz yaşama sahip birinin o kalemi elinde tutması için hiçbir gerekçesinin olmayacağını dile getirir. Zaman içinde anılar, o anıların elde tuttuğu kalem kaybolacaktır çünkü sonsuzluk uzun sürer, hayal gücünün ötesinde bir yerde sürmeye devam eder.
Yaşama tutkusu sürdüğünce yaşanmalıdır, yaşam bu tutkuyu doyurmadığı müddetçe her ölüm erken ölümdür. Kısacık bir zaman aralığından bahsediyor May, ölmek için ideal zaman. Ölüm korkusunun ortaya çıkmadığı ve yaşamayı sevdiğimiz zamanların kesişimi gibi bir şey, tutturursak o aralıkta gönül rahatlığıyla ölebiliriz. Düşünüyorum, şu okumak istediğim birkaç kitabı okumak dışında pek bir tutkum yok sanıyorum, gitar çalıp şarkı söylemeyi de işin içine katabiliriz. Elde etmek istediğim bir başarı yok, okumak ve çalıp söylemek yeterli, o halde gözlerimin okumamı engelleyecek ölçüde bozulmaya ve ellerimin gitarı tutamamaya başladığı zaman süper ölürüm ben, uğruna yaşanacak her şey bitmese de usanç verebilir gibi geliyor bana, binlerce şarkı keşfetmenin verdiği zevk sona erebilir, hissediyorum. Çok uzun yaşamanın dehşetini de hissediyorum, bilinmeyenden korkarsam sefilliğin sürmesinden başka bir şey istemem mesela. Korkarsam tabii, bilinmeyen heyecan vericiyse ölümü dört gözle beklerim ama Lee’nin dediği gibi ölüme koşarak da gitmem ama gözüm yolda kalabilir. “Ölmemiz iyidir, ama asla henüz değil.” (s. 92) Ölüm hepimiz için kötü bir son ama ölümsüzlük de kötü bir son eksikliği May’e göre, kötü sonun varlığı iyiliği aramamıza yol açar, eylemlerimize anlam katar, kadere tepik atar. Ölümsüzlüğü dolaylı yoldan arayışımız da geçiyor bir yerlerde, örneğin kitaplarımızı kütüphanelere bağışlayıp adımızı andırabiliriz veya buna benzer şeyler yapabiliriz ama adımızın teneke veya beton üzerine kazınmasının anlamı nedir? Üreriz, birkaç nesil sonra esamemiz okunmayacaktır, bunun anlamı nedir? Ölüm aslında insan yaşamının anlamsızlığını perdeleyen bir anlam yanılsaması yaratır, bir işlevi de budur. Bence. Kırılgan yaşamlarımızla ilgileniriz, bir şeyler alırız, bir yerlere gideriz, yaşamaya dair deneyimimizi artırırız ve bir gün her şeyin hiçliğe karıştığını en öndeki koltuklardan izleriz. Şov başladığında yokuz bile, hiç biziz.
Cevap yaz