Denemeleri “hayat yolunda tutulan gezi günceleri” olarak tanımlıyor Cemal, belli noktalarda belli kayıtlar düşmüş de dönüp baktığında yerleşik olmayı hatırlıyor. Unutmak istedikleri var, gençliğinde tuttuğu defterleri yok etmemek için sebep düşündüğünde aklına hiçbir şey gelmeyince o zamanlardan kurtulmak, patikayı ortadan kaldırmak kolay: bütün defterlerini koyduğu çantayı terasın orta yerine, sandalyenin üzerine, günlerce güneş, günlerce yağmur, mevsimler gelip geçiyor, ikinci yazla birlikte defterler ufalanıp dökülmeye başlıyor, yıllar sonra terasa ve ilerideki damlara baktığında geçmişinin oralarda olduğunu düşünüyor Cemal, çocukluğu havaya savrulmuş, çocukluğu artık hareket halinde. Göçebeliğini de kısa sürede kaç kez taşıdığı evinden biliriz, hiçbir zaman kendine ait bir meskeni olmamış Cemal’in, Günyol gibi kira evlerini dolanmış durmuş. Kendisiyle sürekli bir hesaplaşma durumunda kalmak, dağınıklık duygusunun hayatın akışında kendiliğinden ortaya çıkmasıyla iki kendiliğin çakışması, iç dünyanın derinliklerinde seyir. “Seçilmiş yalnızlıklar” bu denemeler, kırk yılı derleyince bir kitap ediyor, bir ömür önünde sonunda bir tanecik kitap ediyor. Rastgele bakacağım, tekrarlarca işlenen konular: gericilerin yedikleri herzeler, ilericilerin çok ileri gidip kaybolmaları, mesela Brecht’in oyunlarını 1970’lerde yalapşap oynayıp mahvedenler, eğitim sisteminin çarpıklıkları, memleketin halleri, tiyatroların aşağı yukarılıkları. Shakespeare var, Danimarka Krallığı’nda her ne çürümüşse aslında bütün dünyanın çürümesine dair bir nüve o, Camus’nün oyununda da var aynından. Tarihteki belli başlı olaylarının güncelde canlandırılması, çağın eleştirisi. “Gerçekler ve Örnekler…”in değindiği mesele öldürtme eyleminin politik bağlamı, yol açtığı toplumsal çalkantıların daha fazla insanın ölmesine yol açması, yani Cemal’in ilgi alanlarının çokluğunca farklı konularla karşılaşıyoruz, hoş. Napoleon’un hasımlarından birini düzmece bir mahkemede yargılatıp ölüme mahkum ettirmesi dönemin düşünürlerince eleştirilmiş, bir cinayet değil de büyük bir hata olarak görenler var bunu, zamanla ortaya çıkıyor hatanın boyutu. Savaşa giden soyluları hatırlıyorum, kilolarca metalin içinde çarpışırlarken bir düştüler mi daha kalkmaları zor, dolayısıyla kolayca esir alınıyorlar da fidye karşılığında dönüyorlar memleketlerine. Öldürülmeleri iki yönlü sıkıntı demek, daha “erdemli” çözümler var Cemal’e göre, daha doğrusu erdem diye bir şey var, herkese lazım. Hukuk da lazım, bizde olmayan şey, örnekler 12 Eylül’ün sonrasından: beş general TBMM’yi kapıyorlar, bütün yetkileri kendilerinde topluyorlar, ardından bazı üniversitelerin senatolarından -anayasa hukukçularının da oylarıyla- darbenin yerinde olduğuna dair açıklamalar geliyor, Anayasa Mahkemesi’nin tutumu bulanık, en güzeli de üniversitelerin cunta babasına fahri hukuk doktorası vermesi. Şovbiz televizyonda dönüyor, işler göz önünde, cunta baba resim yapmaya başladığında parayı bastırıp eserlerini alıyorlar, babamız Picasso’nun eserlerine bakıp daha iyisini yapabileceğini söylüyor. Tam bir deli halayı resmen, 1980’lerde yaşayan -azıcık dahi olsa akıllı- insanlar nasıl katlanmışlar bunca saçmalığa, insan hayret ediyor. Kafka’nın görünmesi mantıklı cunta babadan sonra: “Franz Kafka, insanı insan kılan temel değerlerden hiçbir toplumsallaşma ve kitleleşme uğruna özveride bulunamayacak ölçüde bilinçli bireyleri, insanların birlikte insanca yaşayabilmelerinin temel koşulu saymamanın yol açabileceği sonuçları hemen bütünüyle önceden görebilmiş ender yazarlardandı.” (s. 39) Düşünmüş, acısını çekmiştir, Cemal memleketin genç insanlarını benzer acılarla yüz yüze bırakanlara sayar. Gençler tartışmak istiyorlar, karşılarına yaşlı osuruklar dikiliyor, ülke kendi güncelinin tatavasından başka bir şeyle uğraşmasını istemiyor gencinin, çok büyük yalnızlıklar doğuyor da büyük eylemlerin önü tıkanıyor böylece, kişi kendini büyük yalnızlıklarda geliştirse de örgütlülüğe erişemiyor. Gerçi erişse ne oluyor, dayanışacağı insanların bencilliklerini görünce basıp gidiyor, küfür yiyor arkadan. Sendika muhabbeti, bir yerde sabrım taşınca bencil, akılsız insanlarla aynı çatı altında bulunmak istemedim, faşist oldum onlara göre. Temelde bir şey eksik, çok temel bir şey, insanı bir diğeriyle yakınlaştıran şey her neyse örgütte kendi personasını yaratarak bu yakınlığı baltalıyor kişi. Aklımın almadığı bir şey, herkesin iyiliği yerine bir grubun daha iyiliği. Bilemiyorum, yüzlerine pat küt söyleyip çıktım, iyi. Canetti’nin parçalanmışlığı dedim, Zweig’ın son büyük Avrupalı olması, daha da önemlisi Körleşme‘yi çevirme önerisinin Oğuz Atay’dan gelmesi. Anı kitabı değil bu, dolayısıyla başka neler konuşmuşlar bilmiyoruz ama isim yönünden cömert Cemal, bir şekilde yaşamına kim girmişse kitapta var. Azra Erhat, Vedat Günyol, Onat Kutlar, aydınların saçtığı ışıklar ve karanlık: “Ülkemizde çağdaş düşüncenin yenilgisi, özellikle son kırk yıldır gittikçe yoğunlaşarak sürüyor. Bugün Türkiye’de düşüncenin karşısında düşüncenin değil, ama doğrudan çağdaş düşünceyi kaynağında boğmak isteyenlerin yer aldıklarının bilincine varılmadıkça, sözünü ettiğimiz yenilgi daha da ağırlaşıp, altından kalkılamaz konuma gelecektir…” (s. 79) Mesela memleketimizde profesörler vardır, bilimle uğraşırlar ama uğraşmazlar, özerkliğini çoktan yitirmiş üniversitelerde takılırlar, işlerinin yürümesi için birilerine rüşvet verirler de tokatlandıklarını anlayınca rüşvet verdiklerine dava açarlar. Ben kaz getireni görmüştüm rüşvet olarak, memleketi Kars’tan kaz getirmişti bayağı, sonra baktım ki İTÜ’de bilmem ne hocası olmuş. Başka bir numune aslında klasikleri okumanın çok da şey olmadığına ikna etmeye çalışıyordu, klasikleri okumanın çok da şey olmadığına ikna olmam neyi değiştirecek bilmiyordum ve ikna olmuş gibi de görünmüyordum zira akademisyen şahsın klasiklerle ilgili apır sapır konuşmasını aklım almıyordu, tepki göstermemiştim ama göstermeliydim. Ne kadar aptal bir insan olduğunu söylemek gerekir aptallara. “Ne kadar aptal birisin ya,” demek gerekir. Bir süredir diyorum, huzur buluyorum. Cemal dilini bilmeyen öğrencilere çatıyor gibi görünüyor bir yerde ama asıl sorunun tepede olduğunu biliyor, çocukları belli bir işlemi yerine getirecekleri kadar donatmak asıl suç. Biraz daha geriye gidince Öztürkçecilerin savlarına varıyoruz, eskiyi topyekun gözden çıkarmak isteyenlere. Kendi öğrencilerini uyarıyor Cemal, dillerini iyi öğrenmelerine çalışıyor ki bir öğrencisinin ettiği teşekkürü unutmamış, denemelerinden birine almış: o bu iyi de asıl düşünmeyi öğretmiş Cemal, sistemli düşünmeyi. İstediği de bu. Mal beyanı formu gelir ara sıra, çalışanlar doldururlar, Cemal bomboş form vermiş zira ne bir birikimi varmış ne de biriktirecek durumu, öğrencilerinden başka bir şeyi yokmuş. Bedeller ödemiş bu huzur için, kâfi. Bu formdan bize de geliyor, geçen sefer bomboş verdim zira benim üzerimde de bir şey yok ama Cemal’inkiler gibi öğrencilerim de yok işin kötüsü. Gerçi Kasımpaşa’ya, Tarlabaşı’na falan insem başıma bir iş gelmeyeceğini biliyorum, benim kazancım da bu olsun.
Köy enstitüleri, halkevleri, bunların kapatılmasına dair eleştirileri var, benzer kurumlara bugün de ihtiyaç duyulduğu çünkü o dönemin sorunları çözülmediği için muadillerini açmaktan bahsediyor Cemal. Diğer yanda güzel üniversitelerde okuyup bir an önce para kazanmanın peşine düşen öğrencilerine dargın, yani o kadar eğitimin sonucu kolay para kazanmaya çalışmak mı olmalı. Tiyatronun nasıl olması gerektiğine dair ufuk açıcı dersler, ardından reklamlarda veya dizilerde oynamak için kırk takla atan öğrenciler, kalp kırıcı. Şahika Tekand kendisine tiyatro sanatçısı diyorsa o güne dek yaşamını sırf tiyatrodan çıkarmasından ötürü diyormuş. Prensipler. Kıymetini en çok yitiren olgu. “Sanatın Öğrencileri”yle bitireyim, efendi acemiliğe bağlanacak tabii de korkudan da bahsetmeli, dünyaların çoğulluğunun korkusundan. İçinde bulunduğumuzun sınırsızlığı, ayrıca kurgularınki, sonsuzla sonsuzu toplamaya çalışmanın korkusu. Bir kitabı her açtığında duymalı insan.
Cevap yaz