Fotoğraflar, savaş anıtları, savaşı anımsama biçimleri. Anıtları teker teker gezen üç arkadaştan biri Geoff Dyer, insan formuna kavuşturulmuş taş parçalarının eğik başları gözlemleyerek, I. Dünya Savaşı’nın odakta olduğu metinleri inceleyerek Batı’nın kapanmayan yarasını inceliyor. Aslında savaşın üzerinden çok bir süre geçmeden acının yönetilebilir bir şey olduğu anlaşılınca yaranın açık tutulması için dikilen heykeller daima hatırlatıyor bir şeyleri ama günümüzde üzerine sprey boyayla “En iyi erkek ölü erkektir” yazan feministler önemli bir noktaya dokunuyor ister istemez: Savaşı gören son insan yıllar önce öldü ve hatırlayacak pek bir şey kalmadı. En son 1917 çıktı savaşla ilgili, iyi film ama sonuçta film, heykellerden bir farkı yok. Toplumsal travmayı sanata dönüştürmek de anımsama biçimine girer ama her yeni anımsayışta geçmiş biraz daha silikleşiyor, bir de Adorno’nun Auschwitz’den sonra şiir yazılamayacağına dair görüşü var, zamanda donmuş bir noktanın varlığı insanı da donduruyor, her türden üretimi anlamının dışına sürüklüyor. Dyer bütün donukluğuna rağmen bir türlü yakalanamayan zamanın üzerinde duruyor, uğraşına Wilfred Owen’ın şiirlerinden Remarque’ın romanlarına kadar pek çok metni de katarak. Dedesinin fotoğraflarıyla başlıyor, genç bir adam ve yanında güzel bir hemşire. İleride evlenecekler, torunları Dyer onları bir metninde misafir edecek. Dede askere yazılmaya gittiğinde gerçek yaşını söylemiş, celp çavuşu birkaç gün sonra iki yaş daha büyük olduğunda gelmesini söylemiş. Birkaç gün sonra geri dönmüş ve orduya alınmış, birkaç yaş daha büyük olduğunu beyan ederek tabii. Somme’a yollanmış, Dyer’ın arkadaşlarıyla gezerken uğradığı ilk durağa. Bir nevi gezi metni bu aynı zamanda, Dyer kendi yaşantısına ve kendi izlenimlerine bakarak savaştan geriye kalanları görmeye çalışıyor. Birkaç bin adamın yattığı gömütte bir anıt, bazılarının adı yok, unutulmuş askerler ama bir yandan unutulmamaları için ne yapılması gerekiyorsa yapılmış, ikilem bütün ağırlığıya duruyor, tarihsel sürekliliğin kırılma noktası isimsiz şahitlerini sıkı sıkıya tutuyor. İngilizler bu tür kayıplara, kayboluşlara savaştan bir süre önce hazırlanıyor, Robert Falcon Scott ve Roald Amundsen Güney Kutbu’na doğru yarış halinde giderlerken Amundsen rakibine bir ay fark atarak hedefine ulaşıp geri dönüyor, Scott’sa görkemli bir veda hazırlıyor, soğuktan donmadan önce İngilizlerin ne olursa olsun sonuna kadar mücadele etmekten yılmayacaklarının kanıtı olduğunu yazıyor. “Geleceğin İngilizlerine bir örnek”. Geçmişte de bir benzeri var, hangi savaş olduğunu hatırlamıyorum ama kılıçla donanmış İngiliz askerlerinin tüfeklerin üzerine doğru koştuklarını okumuştum bir yerde. Scott nispeten merhametli bir ölümle karşılaşıyor, cephedekiler onun kadar şanslı değil. Savaş devam ederken ölüler rastgele gömülüyor, toplu mezarların yerleri unutulduğu için yıllar sonra tarlasını süren bir çiftçinin pulluğuna bir askerin kemikleri takılabiliyor. Sinek ve kurt sürülerinden bahsetmeye gerek yok, çürümenin havayı aşağı çeken ağırlığı yaşayanların üzerine korkunç bir yük indirmiş olmalı. Bunun yanında patlayan silahlar ve toplar yüzünden sinir sistemleri zarar gören askerler “shell shock” denen bir lanetin pençesine düşüyorlar. Geri dönebilenlerden bazıları yaşamları boyunca titreme hastalığına kapılıyorlar, ölülerse öldükleri yerde kalıyorlar. 1920’de Avam Kamarası’nda ölenlerin geriye getirilmeyeceğine dair karar alınıyor, anıtların çokluğu kısmen bu yüzden. Yine belki de bu yüzden üzerindeki sprey yazılara rağmen anıtlara genellikle iyi bakılıyor, çiçekler eksik olmuyor, geçen onca yıldan sonra mezarlıklarda değişen pek bir şey yok.
Henri Barbüsse’ün, Wilfried Owen’ın ve Siegfried Sassoon’un metinleri hem içerdikleri karakterlerin diyaloglarından alıntılarla, hem de yazarlarının yaşamlarıyla paralellikler kurulması amacıyla ele alınıyor. Barbüsse’ün bir romanından alıntı: “‘Ve gördüklerimizin hepsi çok fazlaydı. Hepsini tutabilecek şekilde yaratılmadık biz. Allah’ın cezası kancasını bulduğu her yere götürüyor. Onu tutamayacak kadar ufağız biz.’” (s. 39) Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok‘u okuyalı on yılı geçti ama gaz saldırısının yaşandığı bölümü unutmamışım, askerlerin gazdan kurtulmak için ölülerin maskelerini yürütmesi, birbirlerini ezercesine sığınak aramaları, bir sürü şey, hayatta kalma güdüsünün en saf, en dehşetengiz hali. Savaşların anlamını savaşanlar kadar idrak edemeyeceğiz belki ama korkudan payımızı alabiliriz, neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz ama ihtimalleri düşününce ellerimiz buz kesebilir, hafızamız hiç yaşamadığımız savaşların izlenimleri üzerinden görüntüler üretebilir, bu görüntülerin orta yerindeymiş gibi hissetmenin ürkütücülüğü tüyleri diken diken ediyor. Bir fotoğraf: Savaş anıtının önünde yürüyen askerler, anıtın yanında bekleyen askerler, “vekil ölüler” anıtlaşacakları zamanı bekliyorlar. Trenin Tam Saatiydi‘de savaşa gitmek üzere trene binen bir askerin izlenimlerini okuruz, Böll’ün en iyi romanlarından biridir bu, sırf anlatıcının idrak ettiği facianın zihinde nasıl biçimleneceğini müthiş bir şekilde gösterdiği için takdire değer. Anıtın önünde bekleyenlerden biri olarak düşündüm trendeki askeri, aslında bütün askerler ölmeyi mi beklerler? T. S. Eliot ölümün insanları sürüyle çökerteceğini ummadığını söylüyor meşhur şiirinde, bunu askerler de beklemiyor ki askerlik bir meslek olarak varlığını sürdürüyor. Akla ziyan. Onca ölünün yükünü milyonlarca insana paylaştırınca her şeyin daha kolay atlatılabileceğini düşündükleri için onca anıt ve mezar var, belki ölünce bir anıta dönüşeceğini düşünüp kendini hücumdan önce motive eden askerler de vardır, belki hiç ölmeyeceğini düşünenler, hemen vurulup düşeceğini düşünenler vardır, akıl alır gibi değil, cephede silahını hiç ateşlememiş askerlerin yüzdesi oldukça yüksekken cephede ne yapıyorlardı o halde? Savaşın dehşetinden ötürü felç mi geçiriyorlardı? Bu arada savaşları niteleyen sıfatların saf dehşeti ortadan kaldırdığı fikri de bu açıdan değerlendirilebilir. “Dilsel yıpratma” yüzünden hiç yaşanmayası deneyimler yavanlaşır, oysa savaşın esas gayesinin süngüyü düşman askerinin bağırsaklarına daldırmak olduğunu söylersek, işte bu sadedir, gerçekte olandır. Gerçekte ne olduğuna dair yılda bir anma törenleri yapılır, birkaç şiir okunur ki gerçekten de savaşı veya soykırımı anlatan bir şiir konuya baştan mesafe koyacaktır, sonrasında insanlar o savaşta yer almak istediklerini düşünürler, sonunda kalabalık dağılır. Kaçırılan bir deneyim olarak savaş. Isherwood ve Orwell’ın canını sıkmış bu, İspanya İç Savaşı’na duyulan hayranlığın Büyük Harp’e benzemesinden kaynaklandığını söylüyor Orwell. Şu da Dyer’ın yorumu: “O halde öyle geliyor ki bize, savaş toprak için yapılmış olmaktan ziyade ne şekilde hatırlanacağı üzerine yapılmıştır, savaşın gerçek nesnesi hafızadır.” (s. 58) Cephede fotoğraf makinelerine ve günlük tutulmasına izin verilmemesini bu bağlamda değerlendirebiliriz. Sonraki savaşlar için bir savaş hafızası, en resmîsinden fotoğrafçılar sayesinde kayda alınan görüntülerden oluşacaktı, böylece bir tepeye bayrak diken üç askerin fotoğrafına bakanlar askerlerin kahramanlıklarını hatırlayacak, savaş sırasında ve savaştan sonra yaşadıklarını göz ardı edeceklerdi. Dyer’a göre Adorno fotoğrafçıları unuttu, şiirin yerine fotoğraf geçti ve her savaştan sayısız fotoğraf ölümlerin ucuzluğunu anlatmaya başladı. Top ateşine tutulan piyadelerin ölüm oranlarında başı çekmesi daha çok onların fotoğraflarıyla karşılaştığımızı düşündürüyor, Pétain’e göre savaş materyali olarak düşünülen insandan geriye kalanlar o fotoğraflarda donmuş durumda. Toprağın altında da insanlar birbirlerini öldürmüşler bir yandan, madenciler ve kazıcılar toprakta tüneller açarak düşmanın ayaklarının altına yüzlerce kiloluk patlayıcı koymak isterken aynı işi yapmaya çalışan düşmanlarıyla karşılaştıklarında, yerin yüzlerce metre altında birbirlerinin boğazını tırmalayıp kazma ve küreklerle öldüresiye dövüşmüşler. Havadaki çarpışmaları da katarsak yerkürenin her katmanında cinayet işlenmiş, tabii anıtlardaki ağırlık piyadelerde. Heykellerin figüratif olup olmamaları üzerinden estetik bir tartışma dönmüş zamanında, hangi türün acıların unutulmasını ve hatırlanmasını daha iyi sağlayacağı konusunda farklı görüşler ortaya çıkmış, modernist anlayışın uğruna savaşılan değerleri husumetle karşılamasının biraz olsun önünde durulmak istenmiş sanırım. Başını eğen askerlerin heykelleri revaçta, ne kadar kazanılırsa o kadar kaybedilir.
Son bir alıntı: “Babam Birinci Dünya Savaşı’nda pek çok madalya almıştı — Üstün Hizmet Madalyası, Askerî Madalya; haberlerde de adı üç kere geçti. Ama en gurur duyduğu şey, bir asker kaçağını şafak vakti ölmeye götürürken, kaçmasına izin vermekti. Bu sonradan edindiği bir kanı değildi, cephe hattının tüm tehlikelerinin içinde bulunmuş ve bu sırada bir uzvunu kaybetmiş birinin kararıydı.” (s. 85)
Cevap yaz