Çok kötü bir roman bu, yığma roman. Karakterler, olaylar, her şey üst üste dizilmiş, karmakarışık bir kurgu çıkmış ortaya. İplikçi’nin kendine has dili öykü için ideal, kısa metinleri iyi taşıyor ama romanın uzun soluğunda o kadar lüzumsuz ki karakterlerin oluşumunu zerre desteklemiyor, oyun oynama çabasından öteye gitmiyor, bağıl bir ağırlık olarak salınıyor metinde. Deli Dumrul’un Dumrul nam karakterin kurulumunda anıştırılması oldukça gereksiz, iki karakter arasında delilik dışında bir bağlantı kurulmuyor, bu da oynanmış olsun diye oynanan bir oyun olmaktan başka bir kurgusal değer taşımıyor ne yazık ki. Karakterlerin geçmişlerine dair bulabildiğimiz derinlikli bir anlatı yok, eylemler anlamsızlığa mahkum, duygular dil oyunlarına boğulmuş, tam olarak ne hissedildiğini anlamak mümkün değil. Karakterlerin anlatı zamanındaki halleriyle yetinmek zorundayız, tek boyutlarıyla oradan oraya koşturup duruyorlar. Gerisini anlatıyı incelerken vermek daha mantıklı, baştan alayım, bir alıntıyla başlıyoruz: “Bre al kanatlı Azrail bu yahşi yiğitlerin canını sen mi alırsın?” Şükrü’nün telefonu sonra, ulaşmaya çalışmış ama ulaşamamış, kız kayıp. Dumrul’un adı verilmiyor henüz, kızı çok iyi tanıdığı söyleniyor bir tek, ardından babasının yıllar önce söylediği bir şarkıyı hatırlıyor adam: “Eli sende-kaç-kaç civanım.” (s. 2) Civanla ilgili de bir şeyler bekleyeceğiz ama metnin adı olduğu için taşıdığı ağırlığa denk bir şeyler bulamayacağız, isim tercihi de pek doğru değil. İlk bölümde Rana Bulutsuz’la tanışacağız, eşi Saim ve kardeşi Rüya hemen yer bulacak anlatıda. Saim eş olarak yine önemli ama Rüya’nın anlatıya etkisi o kadar az ki kapladığı yeri hak etmiyor, kurguda doğrudan fazlalık. Rana’nın arkadaşları için başlarda ayrılan uzunca bölüm Pınarlı’nın insanını anlatmak için gerekliyse de bütün mevzu Dumrul’un üzerinden döneceği için anlatının tümü düşünüldüğünde yine fazlalık. Nilgün, Fidan, Şermin ve Rana kasabanın kodamanlarının eşleri, konken oynayıp dedikodu yapmayı seviyorlar, birinin eşi emniyet müdürü, diğerininki belediye başkanı, Rana’nın eşi Saim’se kasabanın en büyük beyaz eşya dükkânının sahibi, hepsi kasaba bazında orta-üst sınıfa ait. Bayram arifesi, Rana kendi eliyle çikolata yapıp yaratıcılık açlığını gidermeye çalışırken Fidan geliyor, hiç uğraşmamasını, “Bizim Hasan”ın pastaneden üç beş kilo çikolata gönderebileceğini söylüyor, hemen ardından Hasan Özer’in kim olduğuna dair açıklama paragrafına “maruz kalıyoruz”. İplikçi anlatının bütün iplerini elinde sıkı sıkı tutuyor, gerekli gereksiz açıklamalarla akışı bölüyor, üstelik daha en başta yapıyor bunu, ilerleyen bölümlerle birlikte karakterlerin kendilerini oluşturacakları boşlukları yaratmadığı gibi okura metni okuma kılavuzu sunuyor adeta. Her şey açık seçik, fazlasını beklemeyeceğiz, koca lokmaları zar zor yutmak zorundaymışız gibi. Fidan’ın “müzmin bir rejimci” olduğunun anlatıldığı paragraf örneğin, kurguda ucu açık ayrıntılar başta anlatıya ilişmiyor gibi görünse de bir yere, hiç umulmayan bir noktaya bağlanabiliyor, bunu yazar veya okur sağlayabilir ama bu rejim düşkünlüğü gerçekten çıkmaz bir yol, koca bir çapak olarak duruyor öylece. Neyse, Solmaz da beşinci kadın aralarındaki, evi derleyip toparlayan yardımcı. Kürt. Eşiyle birlikte İstanbul’a gitmiş önce, sonra İzmit’in o küçük kasabasına gelip yerleşmişler, Kürtlerin yoğunlaştığı Çiçek nam mahallede yaşıyorlar. İki çocuğundan kız olanı Rana’nın kızı Hilal’le yakın arkadaş, Hilal ara sıra Çiçek’e gidip arkadaşıyla oynasa da Sami ve Rana istemiyorlar iki kızın arkadaş olmalarını, “Kürtler onlardan farklı”. Çok biçimci, derinleşmeyen bir kurgu ögesi bu, diğer pek çok örnek gibi. Dumrul ortaya çıkıyor sonra, kızağa çekilmiş bir polis. Zamanında çok ünlüymüş, Trabzon’da ve Adana civarında efsaneymiş. Emniyet Müdürü Yaman tanıyor Dumrul’u, zamanında astıyken şimdi üstü olmuş durumda, Dumrul’un düşkünlüğü üzerinden saldırılarda bulunuyor ama hiç umursamıyor Dumrul, kendi dünyasında. Pınarlı’nın yerlisi, gençlik zamanlarında Rana’yla dillere destan aşklarını sürdürememiş ne yazık ki, polis okuluna giderken yolladığı mektupları Rana ara ara okuyup geçmişi hatırlıyor, Saim’le sürdürdüğü mutsuz evliliğinden kurtulmaya niyeti de yok bir yandan. Dumrul ortaya çıkana kadar tabii, ikisi yıllar sonra karşılaştığında aralarındaki çekim hemen ortaya çıkıyor, ertesi gün Dumrul çıkıp geliyor ve sevişiyorlar. İmgeler, hayaller havalarda uçuşuyor, anlatım pek hoş, arzular şelale ama karakterlerin yoğunluklarından, eylemlerinin irdelenmesinden bahsedemiyoruz, her şey düş gibi yaşanıp bitiyor. Sonrasında Solmaz’ın belalı kardeşi Halil’in Hilal’i kaçırmasıyla bambaşka bir boyut kazanıyor anlatı, baştaki geniş kadrolu anlatımdan polisiye soslu bölümlere geçiyoruz. Bu ilk bölümdeki en büyük problem bilgilendirme bombardımanı herhalde, yine Le Guin’in örneğini vereceğim, bilgilendirme farklı tekniklerle anlatının tamamına yayılmalı, yoksa böyle tümsekler yüzünden hoplaya zıplaya okuyoruz metni, hoş olmuyor. Mesela Halil’le Dumrul’un karşılaştığı bir bölüm var, diyaloglar facia. “Terbiyeli kötü adamlar” birbirlerini tartıyorlar, saygı çerçevesinden çıkmadan atışıyorlar, Halil’in Kürtlüğü hiç anıştırılmıyor mesela, anlatıdaki hiçbir Kürt aslında Kürt değil, tepki çekmemek için asimile olmaya çalışan Solmaz’ın konuşmaları ve tavırları tamamsa da hapse girip çıkmış, yedi bela gibi gezinen Halil belki kendisini sunarak okuru bilgilendiriyor ama pek yavan bir şekilde yapıyor bunu.
İkinci bölümde işler daha bir karikatürleşiyor, Halil’in yanındaki bir adamla birlikte Hilal’i kaçırdığı anlaşılınca kasabada alarm veriliyor, bölgedeki en önemli girişimcilerden biri olan Kürt işveren sorgulanıyor ama yasal muameleye maruz kalmıyor, emniyet müdüründen belediye başkanına pek çok insanla iş ilişkisi var çünkü. Kürtlere duyulan tepki çok büyük, halk toplanıp işverenin mekânının önünde birikiyor ve bir kısmı Çiçek’e doğru yollanıyor. Taşlanan camlar, küfürler, bir dünya tantana çıkıyor ama kargaşanın nasıl sonlandığını göremiyoruz. Benzin istasyonu havaya uçuyor bir de, molotof kokteylleriyle patlatılan istasyon yanarken polisler kalabalığı biber gazıyla dağıtmaya çalışıyor. Anlatıcıya göre orantısız şiddet uygulanıyor ama anlattıklarından çıkmıyor öyle bir şey. Polis şiddeti önemli bir problem, evet ama patlayan bir istasyondan sonra biber gazı da atılır hani, bütün uyarılara rağmen dağılmak bilmeyen linç kalabalığını dağıtmak için yapacak başka bir şey yok gibi gözüküyor. Karakterlerin tepkileri var bir de, durduk yere vatanı kimsenin bölemeyeceğini söyleyenlerin dayandıkları hiçbir şey yok, cinnet halinden de bahsedemeyiz o an, olayların başındayız daha. Yaman’ın müdürcülük oyunu yapmacık keza, daha beteriyse kalabalığa “katili bulacaklarını” söylemesi. Olayları tırmandıran hatayı emniyet müdürü yapıyor, hemen hiçbir yasa dışı olayın yaşanmadığının defalarca söylendiği bir yerde yıllarca çalışan Yaman’ın böyle bir hata yapması pek olası değil.
Öngörülebilir bir sonla bitiriyoruz, geçmişinde “karıştırıldığı” bir operasyon sonucu kızını kaybeden Dumrul yarı yarıya hayaller aleminde yaşıyor, kızı Ekin’i görüyor sık sık, kendi kendine konuştuğu zamanlarda çevresindekilerin şaşkın bakışlarıyla karşılaşıyor. Kızıyla kafayı kırmış bir polis, ortadan kaybolan bir kız, parmakla gösterilen zanlılar, zor bir denklem değil. Twist klişe, sosyal mesajlar kör göze parmak, kısacası başarısız bir roman. Yanaşmayın diyeceğim, İplikçi’nin öykülerini okuyun.
Cevap yaz