Yekta Kopan – İçimde Kim Var?

Selçuk Baran’ın Tortu‘su vardır, Anadolu irfanının ironisidir biraz, ağababaların eleştirisidir, sınıfsal eziyetin yüzüne tükürüktür, öyledir. Anlatıcımızı tektir, hikâyedeki karakterlerin adını taşıyan bölümlerin her birinde odağına aldığı karakteri anlatır. Anlatının yan çizgileridir bu bölümler, bir o kadar da ana çizginin temelidir, sonuçta birkaç karakter aynı olayların etrafında dönüp dururlar, haliyle birbirlerine bağlıdırlar. Kopan da karakterlerini bağlar, anlatıcısı yine tektir. Aslında tek değilse de tektir çünkü sözü/sazı alan herkes dünyasını aynı biçimle, aynı anlatımla, aynı betimleme şekliyle kurar. Seksenine gelmiş bir adamla genç bir adamın anlatımı arasındaki fark yaşlı olanın argoya, dilin görece eski cambazlıklarına biraz daha hakim olmasıdır, o kadar. Bu problem İki Şiirin Arasında‘da da vardı, devam ediyor. Başka bir şey: Karakterlerin anlatıcı rolüne bürünmedikleri bölümlerde yine onların sesini duyarız. Örneğin girişte yağmurun bütün şehri dolaşırken, pencerelerde yollar çizerken, neon lambalı pavyonların önündeki uyuşturucu ticaretini izlerken anlatılması lazımdır, bu lüzum tartışmaya açıksa da hoş bir buluş olarak değerlendirelim, üçüncü tekille anlatılır ama neden yağmurca, farklı bir biçimde anlatılmaz? Metin Konur’un, farklı yaşam çizgilerinin etrafında döndüğü karakterin anlatımında da yağmurun anlatımındaki ses vardır, bu bölümlenmemiş iki anlatı parçasının aynılığına bir şey denemez de diğer karakterlerin kendilerini anlattıkları bölümlerin bu iki anlatı parçasıyla aynılığı üzerine konuşulabilir. Konuştuk, Pınar Kür’ün Asılacak Kadın‘ını bu mevzuya örnek olarak verip bahsi kapayacağım. O romanda entelektüel entelektüel gibi konuşur, temizlikçi miydi o kadın, konuşmasında eğitimsizliğinin, pervasızlığının izlerini doğrudan görürüz. Berbat bir Türkçe, başı sonu belli olmayan cümleler, bilmem ne. Son kez dönüyorum, Kopan’ın ortayı görememiş karakteriyle üniversite mezunu karakteri nasıl böylesi benzer bir dil yetkinliğiyle konuşsun? İmkansız değil ama birebirlik can sıkıcı derecede bariz.

Necati Tosuner’in denemelerindeki eleştiri üslubunu çok sevdim, onu taklit ederek gideceğim. Başta yağmur, yağıyor, şehri hikâyeleştiriyor. “Yolcusuzluktan bunalan otobüs durakları” ile söyleşiyor ki “yolcusuzluk” kulakta bir kötü çınlasın. Tosuner’in bir formülü var, çok sevdim, yazarlara yazdıklarını yüksek sesle okumayı ve sözcükleri, tümceleri, cümleleri bu şekilde tartmayı, çapakları atmayı öneriyor. Devam, bir radyo sunucusuna uğruyor yağmur, sunucunun o an o şehirde kendisi gibi kaç yalnız, kaç üzgün, kaç bir şey olduğunu düşündürüyor, sonra Bülent Ortaçgil’den “Yağmur”u çaldırıyor sunucuya. Hoş şarkı, yağmuru güzelliyor, sonradan birkaç yerde daha karşımıza çıkıyor ama şöyle bir düşününce, sayılan onca şarkı anlatıdan çıkarılsa bir şey değişir miydi? Sanırım değişmezdi, en azından şarkıların gelip geçiciliğinden ziyade kurguya bağlılığını gösterecek birkaç şey olsaydı bu bir leke olarak görülmeyebilirdi. Metin Konur görünsün artık, kapansın bu mevzu. Kendisi matematik öğretmeni, başarılı bir öğretmen, öğrencilerinin saygısını kazanmış, işinde iyi, kazancı yerinde ve bunların anlatının geri kalanıyla hiçbir bağlantısı yok, kısacası bir tornacı da olabilirdi Metin. “Bu bilgi anlatıya hizmet ediyor mu?” sorusu tuzak bir sorudur biraz, güvenilmez anlatıcılı metinlerde anlamsız olabilir, oyunlu oynaklılarda belli bir örüntü arayıp metnin serbestliğini zincirlemeye çalışan okuru esas eğlenceden uzaklaştırabilir ama Kopan’ınki gibi sadece zaman çizgisinin noktaları üzerinde gidip gelen, kurgunun atmosferinde herkesin son derece güvenilir olduğu metinlerde yeri vardır ve olmalıdır da, yazarın verdiklerinin dışına çıkacak boşluklar bulunmadan kurulan metinler bu açıdan dört başı mamur olmalıdır ki okur bu durumda bile isteye, bir ölçüde askıya aldığı inancını geri getirmek istemesin. Çünkü böyle metinler okurun dünyasındakinden daha az kurmaca ögesi taşıyor, daha doğrusu kurmaca ögeleri inancı askıya almaya yetmiyor bir yerden sonra. Çok gerçek ve bağsız çünkü, kusursuz bir desenin ortasındaki hata gibi duruyor bu öğretmenlik. Hasılı şu duvardaki silah klişesi işte, klasik anlatıda silahın kafamızda kırılması gereklidir. Necati Cumalı’nın romanı eksilte eksilte, öykü yoğunluğuyla yazmanın önemine değindiği ödül konuşması aklıma geldi, benim kulağıma küpe. Dönelim, Van Gogh ve Bertrand Russell duvarda, Konur bir insanın takdir edilmemesine rağmen neden çılgınca üretmeye devam ettiğini sorguluyor bir yerde, babasının başarısızlığına ve tutkusuna bağlanacağı için iyi bir buluş bu yine. Kendisi de Russell olsun, tamamdır. Film çıkar sonra ortaya, Yurttaş Kane. Filmi defalarca izlemiştir Konur, yine izlemeye başlar ve esas mevzuya geçeriz böylece, sonraki kısımlarda karakterlerin kendilerini anlattıkları bölümlerin yanında Konur’un filmi izlediği süreç sarmal bir şekilde aktarılır. Gizem, hangi karakterin kimin nesi olduğu ortaya çıktıkça bulmaca çözülür bir yandan, “Orson Cezmi”yle başlarız ki film-yönetmen-Cezmi üçgeninin ilişki zemininde inşaya başlayalım. Bu Cezmi’nin kendini anlattığı bölüm Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni‘ni şiddetle andırır, Cezmi’nin Yeşilçam’daki başarıları ve sonrasındaki unutuluşu çok tanıdık. Sanat uğruna eşini ve oğlunu geride bırakmış, gemileri yakmış, en sonunda bir otel odasına çekilmiş, yaşamaya çalışıyor. Müzik olayı yine, her karakterin kendi durumuna özel bir şarkısı var, ne ölçüde gereklidir bilemiyorum. Suna’nın şarkıları “Suna Abla” ve “Yüzünü Dökme Küçük Kız”, döküyor çünkü gençliğinde siyasi hareketlere katılmış, ailesini karşısına almış, en sonunda sinema okuyup yolunu Orson Cezmi’nin takıldığı kahveden geçirmiş. Anlatının sonlarına doğru Cezmi’nin kaldığı otelde yaşadığını ve ansızın Ankara’ya gittiğini görüyoruz, başlardaki kendi bölümünde Ankara’daki cenaze evine gitme sebebini öğrenmiştik, bağlıyoruz hemen. Kopan zamanla güzel oynuyor, bir örnek. Benzetmeleri bazen abartı, yersiz, fazla, buna da bir örnek: “Okuldan neden ayrıldığımı sormadılar; zaten onlar yaşamak denilen lunaparkta, hiç durmadan çarpışan otolara biniyorlardı. Ben de direksiyonu doğru yerde kırmayı başaramamış, vahşice üstüme gelen bir arabaya bindirmiştim işte.” (s. 70) Bunu okuduğumda aklıma Adana’daki çarpışan araba izdihamı geldi ve güldüm, kurgunun sihri bir kere bölünmüştü çünkü. Bir şey daha, üzücü bir olaydan sonra Suna bir parka gidip ağlıyor, bu sırada İstanbul’un “tahin tadını az bulduğu simitlerini” yemek için gittiği parklardan biri olduğunu söylüyor o parkın. Normalde ben severim böyle nereden geldiği belli olmayan detayları, Tom Robbins’in müthiş benzetmelerine çok gülerim ama karakterle, anlatıyla ne kadar silik bir bağı varsa o kadar iyi, burada hiç yok. Bilemiyorum, itiyor bunlar.

Konur’un annesi Behice Hanım’ın mektubunu okuruz, oğluna söylediği yalanı yıllar sonra açıklar, babasının yaşadığını itiraf eder, anlaşılacağı gibi Cezmi’dir baba, Cezmi’nin etrafından bir iki karakterin daha anlattıklarını görürüz, Konur babasını bulabilmek için filmi izlemektedir, nihayetinde hikâyeler birbirine bağlanır ve anlatı sona erer.

Bir iki aksamadan bahsedip bitireceğim, Cezmi’nin arkadaşı Rıza’nın monoloğunun olduğu bölümde Rıza iki şişe votka mı, cin mi, bir şey içer ve içmeden önce nasıl anlatıyorsa şişeler biterken de aynı şekilde anlatmaya devam eder. Duraksamaz, dili sürçmez, alkole dayanıklı olduğunu düşünebiliriz ama iki şişe yani, azıcık olsun saçmalamaz mı insan? Ne dediğini bilmez olduğunu söyler bir ara, bilir oysa, konuşması hiç bozulmaz. Hep kitabi konuşur bir de, küfür etmez, terbiyelidir, steril bir kaybedendir. Başka, bir de Cezmi’nin kaldığı dandik otelin sahibinin oğluyla konuşması var. Yani kâğıt üzerinde “salak herif” veya “geri zekâlı” hoş durabilir ama iğreti bu, ne karakterlere ne de atmosfere uyuyor.

Kopan’dan okuduğum ikinci metin de tatmin etmedi beni, zamanında Can’ın D&R kampanyasından aldığım Kopan’ın bütün kitaplarını okuyup elden çıkaracağım sanırım.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!