Otomatik piyanoya Vonnegut değinir, değinmekle kalmaz, anlatının her yerine otomatik melodileri, işçi sınıfının çalışırken çıkardığı takır tukur sesleri, makineleşmeyi yerleştirir, öyleyse neden bu metinde yoktur, anlatıcı Vonnegut’ı bilmeyecek değildir, belki ölüm döşeğinde yattığı, ilaçların etkisi altında olduğu, daha da önemlisi yaşamını adadığı araştırmayı tamamlamaya çalıştığı, o durumda bile araştırması üzerine bir şeyler okumaya uğraştığı, en azından elini kitaplarına attığı, aklından araştırmasıyla, yaşamıyla, Antik Yunan filozoflarından günümüzün yazarlarına dek pek çok şeyi geçirdiği için sıra gelmemiştir, yer kalmamıştır, bazı şeyleri hatırlarken bazılarını görmezden gelmiştir, zaten ölüm bir adım ötede beklerken neyin anımsamasıdır, her sözcük bir adım daha yaklaşmaktır, karanlık duvarın ötesinde sözcükler, Platon, Bernhard yoktur, adam ömrünü derleyip toparlamaya niyetlidir, araştırmasını bitiremeyecekse de olabildiğince ilerletecektir, yaşamıyla eseri arasındaki ayrım ortadan kalkmıştır, eksik kısımları yaşamıyla tamamlamaya çalışır veya yaşamını eksik kısımlarla tamamlayacaktır, noksanlık bir şekilde giderilecektir, tıpkı Bernhard’ın metinlerinde olduğu gibi, adam huzursuzluğunu Bernhard’dan ödünç almıştır da denemez çünkü Bernhard’ın karakterlerinin anlatılan zamandaki durumları bazen belirsizdir, berjer koltukta oturan anlatıcının neredeliği, ne zamanlığı ortada ama diğerlerinin, yürüyen adamın dışında kalanların neredeliği ve ne zamanlığı belli midir, bu metindeki anlatıcının hastanede yattığını, muhtemelen ölüme, kitaplarını yanında getirdiğini, kanseri alt etmeye çalışırken araştırması tarafından alt edildiğini, edebiyat ve bilim gibi pek çok alanda verilen ödüllerden sızlanırken ayağa kalkmaya çalıştığını, düşeyazdığını ki bileşik fiilin bu kalıbının Ege’nin bazı yerlerinde kullanıldığını öğrenmek mutlu etmişti beni, başının döndüğünü, düştüğünü, kalkamadığını, yaralarını kanattığını biliriz, her şey bellidir, Gaddis’in son zamanları da böyle geçtiği için personasını konuşturduğunu düşünebiliriz, araştırmasını bitiremeyen adamı da Bernhard’dan aldığını biliriz, insanlar bitiremezler, bitirmezler, yaşamlarını sona erdirirler, bir yere kadar getirdikleri metinlerini yok ederler, yapacaklarının daha iyisini gördüklerinde kusursuzluğa ulaşmanın nirengisine umutsuzlukla bakarlar, bir adım daha atacak güçleri kalmaz. Yatağında ölümü bekleyen adamın amacı otomatik piyanoya, daha da önemlisi otomatlara varana kadar, meseleyi Antik Yunan’dan başlatarak, rasyonel ve irrasyonel dünyaya uğrayarak yeniden üretilebilirlik çağında sanatın bir şeyidir, dolayısıyla Walter Benjamin bir uğraktır, Newton’ın öngörülebilir dünyasının kaosça darmadağın edilmesini sanatı yorumlarken ele almaktır, eh, pek çok durak çıkacak karşısına, ikili sistemlerin ilki trikotaj sanayisindeki bir aletin ayarlanabilir yapısından doğuyor, üretim aygıtlarının bahsi Marx’a götürür, adamın giriştiği iş Kierkegaard’a, öncesinde Erasmus’a, deliliklerin nitelikleri farklı olsa da birkaç nevi deliliğe varır ki araştırmasıyla yaşamı arasında kurduğu koşutluk budur, otomatları icat eden ilklerin ne işler becerdiklerini görmek isteyenler Minsoo Kang’ın Yaşayan Makinelerin Olağanüstü Düşleri: Avrupa İmgeleminde Otomatlar nam metnine bakabilirler, Aydınlanma zamanında otomatların kazandığı anlamla Sanayi Devrimi sırasında kazandığı arasındaki fark, uç uca eklenen zincirler, Antik Yunan’da mucize olarak görülen zamazingolar günümüzde otonom sistemleri oluşturacak, insan çalışmayacak artık, makinelerin sunduğu kaynakları tüketerek yaşayacak, öyle mi, otomatlar yine birilerinin emrinde olacak oysa, üretim aygıtları, sanat da birilerinin elinde, o da üretim aygıtı, Ahmet Oktay bir zamanlar eleştirilerin reklama döndüğünü söylemişti, yirmi yıldan fazla bir süre önce, eleştiriye ihtiyaç duyulduğunu sanmıyorum şahsen, eleştiri ortadan kalkmıştır, tüketim algoritmaları tıkır tıkır işler, yazılı basında arkadaşının metnini öven her yazar TEMA’ya fidan bağışlamalı, bunları da ele alır anlatıcı, döşeğinde ölürken edebiyat camiasını gömer, uzmanlaşmayı gömer, Rönesans İnsanı lazımdır da nasıl yetişecektir veya “üretilecektir” yine, döngüyü kırmak, adamın huzursuzluğu kıramamak, Platon’un şairlere söylediğini bir de o alsın ele, sanatçının inşa edilen kimliğinin kökeninde estetik haz yoksa ne var, makineleşme buydu işte diyor adam, demokrasinin yüceltilmesi de bu temel üzerindeydi, herkes niteliğine bakılmaksızın eşit, o sırada ciğerler de bağırsaklar gibi eşit ölçüde iflas ederken adam acı çekiyor, acısını haykırıyor, dört yaşına gelen herkes eline elektronik bir alet alıyor, bakacağı yerler güdümlü, çiplerden otuz milyar dolar kazananlar bir milyarı ayırsa istediklerine baktırıyorlar, istediklerini gördürüyorlar, adam neler olup bittiğini anlatabilmek için kütüphanelere gidiyor, kitap yığınlarının arasında saatlerini harcıyor, yanına da koymuş birkaç tanesini, elini uzatıyor ama başı dönüyor, prozocin veya prodzotripin, bilmem ne bela yüzünden düşünceleri dapdağınık, ikilemeyi bile düzgün kuramıyor, okur düşünüyor, kafa dağınıklığı anlamlı cümleler kurmaya yetecek kadar mı, madem cümleler kesiliyor, düşünce akışları niye ilgisiz yerlere varmıyor, sözcükler neden yarıda kalmıyor, noktalama işaretleri neden dağılmıyor, harfler neden karışmıyor, boşluklar nasıl aynı aralıklarla beliriyor, ölüm bir kâğıda nasıl sıkıştırılıyor, belki de kurmaca hiçbir zaman gerçeği yakalayamıyor işte, illa kendini düzeniyle belli etmek zorunda, kaos o kadar da işlemiyor edebiyatta, bir bilincin yankısı mutlaka düzenli olmada birinci, aslında ikinci, otomatik piyanolar çok daha düzenli, şeritlerin üzerine tümsekler yapılıyor, mini çekiçler dın dın vuruyor da melodi işitiliyor, şu parmakla çevrilen çarklı şeyler, küçücük, diyelim bir Chopin çalacak kadar geniş bir bant, düzenek kurulmuş, hatta üslup bile kopyalanmış, tuşe tam, notaların, “sustain” diyeceğim, notaların “sustain”i olduğu gibi, yoruma kapalı, dünyanın her yerinde aynı şekilde, aynı zamanda Chopin’in nesi, “Fantaisie-Impromptu”su duyulabilecek, insana lüzum kalmayacak. Anders insanın eskimişliğini anlatırken Baudrillard’dan da önce simülasyonlardan bahsettiğinde şaşırmıştım ama aslında mevzu çok daha eskiye gidiyor, yanılsama ilk otomatların ortaya çıkmasıyla doğmuş zaten, simülasyonun içinde simüle edilen bir şey ve insan değil, insanın ürettiği, şimdi o da hep aynılığı üretiyor, anlatıcının kendini deli gibi yapmasından başka orijinallik kalmamıştır geriye, kendinden bir tane daha üreterek onun sesinden kendini dinlemeye başlamıştır, ötekinin kendisi olduğunu unutacaktır neredeyse, bir öteki bir kendiliği tam olarak ele geçirebilir, bu da üretimin eseridir, üretimden hiçbir koşulda kurtuluş yoktur, dünya hepi topu odur, o kadardır, dünyadan başka bir şey üretemeyiz, zaten üretilmiş olanı üretiriz, henüz yan yana gelmemiş sözcükler yan yana geldikleri zaman yenidir, bir bu kalmıştır elde, bu yüzden anlatıcı durmaz, elinden geldiğince konuşmak ister, replikaların sonsuzluğundan bahseder, hapishane olarak gördüğü bedeninden kurtulmak istediği için düşünebilen, zihinsel bir replikayı konuşturur, Huizinga’nın oyunlu metninde insanı bulmaya çalışır, insan çok ciddi bir oyun oynayarak yaşamaktadır, dünyayı ciddiye alır ama oyun budur zaten, neşe veren şey yaşamdan yaşamaktan başka bir şey ummamaktır, bundan ötesi yoktur, bundan sebep araştırmasını zihninde tamamlayan adam yazmaya meyilli olmadığını söyler arada bir yerde, kalemini arasa da düşünce akışını bölmek istememektedir, düşünürken aynı anda olur her şey, eş zamanlılık zihindeki her şeyi ortaya çıkarır. “Yaratılmış hayatın bu yaratıda onu aşan sevgiyle doğal olarak bir olması, onu yaratan sevginin kutlanması buna agape diyorlardı, erken kilisenin bu sevgi şenliği, evet. İşte kaybolan bu, taklit sanatının büyük ölçekte yeniden üretilmek için yapımlış ürünlerinde bulamadığın şey işte bu biraz kâğıt bulmam lazım, boş bir kâğıt parçası nihayet kalemim var, şimdi, şimdi.” (s. 59)
Dipnotlarda tek bir kayıp var, metinde Bernhard’ın Bitik Adam‘ından bahsediliyor, bahsedilen diğer kitaplar dipnotta belirtilmiş ama bu belirtilmemiş. Bunun dışında muazzam çeviri, muazzam metin.
Cevap yaz