“Tek evladını Rus astronotlarla mesai arkadaşlığına layık görmüş bir anneydi sonuçta. Bir diğer beklentisi, Mars’ta yeni canlı türleri keşfetmem, o da olmazsa kanser aşısını bulmamdı… En azından. Hiç değilse. Kısacası, bari. Sonuç? Nisan artı haziran, kimsenin hazırlanmadığı afet; bir yere puan tutturamıyorum, bu hezimet ailenin irili ufaklı çekirdeklerini kavuruyor, maneviyat soframızda neşeden kırıntı bırakmıyor.” (s. 7) Rus astronot olayı ailenin sosyalist damarından, bunu Huysuz’un çocukluğunda hemen hiç görmemiştik, şimdi görebiliriz çünkü arada on yıl var, on yıllık idrak gelişimi. Kanser aşısı, diğer meseleler başarı beklentisinden, zeki bir çocuğun yapabileceği sıradan işler yani, elbet insanlığa faydası dokunacak, hiç tanımadığı insanlar için laboratuvarda ölümü bile göze alabilecek Huysuz, hayal öyle. Nâzım Hikmet’ten dizeler paylaşılacak arada sırada, ailenin gündelik yaşamında yeri var. Nisan ve haziran niye, ÖSS ve ÖYS. Tutturamaması, olabilir, belki çalışmadığından, belki büyüme sancılarının karıştırdığı kafadan, sonuçta sınıf arkadaşlarından bazıları Ankara’ya gidiyor, bazıları Rumeli’ndeki efsane kampüste takılacak, daha düşükler Beyazıt’taki yokuşları inip çıkmakla cezalandırılmış, Huysuz’sa ailesine mahkum o koskocaman başarısızlığıyla. Biyoloji profesörü için “en imkansız mümkün”, Fikret dayı için “hayretlerin dik âlâsı”, hani gizli menenjit olabilir? Bir yıl daha sabit orada Huysuz, yengesinin köpeği Bobo’ya bakıp imrendiği gerçek oldu işte, yaprak kıpırdamayacak ve tekrarlardan ibaret yaşanacak hayat. Hayal kırıklığı yoktu bu denklemde, o fazla. Kanetti’nin Proust zıplamaları buradan itibaren başlıyor, Huysuz’un babaannesinin böyle hayal kırıklıklarıyla ilgili söylediği vecizeler üzerinden ziyaret, bir müddet babaannenin yanındayız. En iyi arkadaşını toprağa verdikten sonra kalça kemiğini kırıyor, vidalarla yaşamaya mahkum oluyor babaanne, uğursuzluktan korktuğu için evden dışarı adımını atmayacak artık. Mahallenin alışkanlıklarını değiştirecek bir yenilik, doktor muayenesi yok, ev ziyareti yok, kuaför getirtilecek, esnaflarla yeni türden ilişkiler, aslında bir çağ kapanıyor da kimse çağın içindeyken fark etmiyor, zaman geçtikçe artık. Herkes ölüyor da iki kat aşağıdaki Haşim Bey gibiler teselli veriyor, seksenli yaşların küçük avuntuları daha belirgin hale geliyor. Huysuz hemen her gün ziyarete gidiyor, babaannenin yaşamına dikkat kesildiği dönem: mozaik pasta, peynirli börek, Fransızca bir şarkı çalıyor sürekli, “Bekleyeceğim”, acaba kimi bekliyor, müteveffa eşin anıları öyle ortalığa dökülmüyor da bildiklerinden, dinlediklerinden elde ettiği parçaları birleştiriyor Huysuz, bundansa orijinal fikirler daha önde. İkinci Dünya Savaşı’na girseymişiz kadınlar evlere kapatılmazmış artık Avrupa’da olduğu gibi, kahve falı baktırıp sümsük sümsük ağlayan tiplerdense toplumun kılcallarına kadar inmiş bir kadın nüfusu peydah olurmuş. Büyükada’daki evin bahsi geçiyor sıklıkla, Rumlarla geçirilen güzel günler, babaannenin oğlana duyduğu öfke dinmemiş o günler yittiği için. Para durumları, bir de Huysuz’un babasının çapkınlıkları, sayısız herzesi derken yardımcısı Hatçe’yle konuşuyor kadın, aslında Huysuz’a da söylüyor, olur da eşi artık dayanamaz, adamı evden atarsa annesinin evine dönemeyecek baba, yer yok, öyle savruk bir haytayı barındıracak sabır yok en önemlisi. Bobo tam o dönemin kurtarıcılarından biri, babaanneden kalan zamanı bu köpecik dolduruyor, dayıyla yenge gezmelere gidince Huysuz’un can dostu Bobo bir yaşam etiği sunuyor kıza. “Yakın, uzak çevremizde kim varsa, Bobo’yla kıyaslandığında asilliğin yanına yaklaşamamış varlıklar. Affetme özürlüleri. Kalpleri mahallemizin kasabı Bahattin Amca’nın hırsla değil, teknik tempoyla dövdüğü bonfileler kıvamında olanlar bile öyle…” (s. 35) Kinci kadınlara sıkı bir eleştiri burada, hayattan alacakları biriken, vefasız insanlardan borçları tahsil etmeye çalışanların yıkıcılığı, geçen yıllarla birlikte artan panik ve yıka devire koşmak, özgürlüğü dangıl dungul koşup dökerek yaşamak en büyük keder.
Hikâye çok, tiyatrocu dayıyla oyuncu tayfanın evde yaptıkları provalarda 1970’lerin ortamından hatta geçmişi de düşünürsek 1960’ların karışık habitusundan nadide havadisler alıyoruz, muhtemelen gerçeklere dayanıyor çünkü Brecht oynanan zamanlarda yükselen eleştirel söylemlere Yılmaz Gruda’da rastlamıştım, birkaç kişi daha bahsediyordu, hasılı daha kostümler doğru düzgün hazırlanmadan, oyunun ruhunu tam anlamadan sahneye konan eserler tam faciaymış, toplumsal dalga iyiymiş de teknik o kadar ilerlemediği, bizimkiler de Brecht sosyalizm sol şu bu pek bilmedikleri için başarısızlıkla sonuçlanmış o denemeler. Gerçi dayı ve arkadaşları zamanında mücadele etmişler, hapislere girilip çıkılmış da küçük bir kısım bu, geri kalanı sanatçı kibrinden başka bir şey sunmamış. Huysuz’un annesinin, babasının, arkadaşlarının yaşamlarını doğrudan bağlayabiliyoruz birbirine, küçük çevrenin büyük insanı az, denk geliyorlar illa. Profesörle Filiz’in yükselip alçalan ilişkilerinden Bodrum’a geçiveriyoruz hemen, Pangaltı’ndaki kalp kırıklarını bir kenara koyuyor ve dükkânını Bodrum’a taşıyıveriyor Filiz, İstanbul’u solduruyor böylece. Metni kabaca ikiye bölersek Bodrum günleri ikinci kısmı oluşturur, Huysuz’un daha çok gözlemci olduğu Bodrum’da memleket meseleleri enine boyuna incelenir, Osmanlı elitlerinden Cumhuriyet’in burjuvalarına didiklenmedik yer kalmaz. Sosyalist mücadeleyi deniz kenarında sürdürmek isteyenler, şehirden kaçanlar, Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş işçiler, gerçi bunlar yok, daha çok elit tayfa. Anne arkadaşına kırgın, laf aralarında iğneliyor Filiz’i ama Bodrum’un havası suyu onu da etkisi altına alıyor hemen, hikâyeler orada daha zengin, aristokrat tayfanın teatral yaşamları matrak, her şey yüksek prodüksiyonlu bir gösterinin parçası. Osmanlı hanedanından birinin düğünü olacak yakın zamanda, Filiz kıyafet dikip hazırlıyor, o sırada iki dönemin zenginleri arasındaki atışmaların kaynaklarına bakma şansımız oluyor karakterler üzerinden, hoş. Meseleleri ele alıp bitireyim, Cumhuriyet zenginlerinin devlet eliyle fişeklenmesi yüzünden ortaya çıkan gerginlik bir yana, bu zenginlerin kültür namına zerre birikiminin olmaması yüzünden ortaya çıkan pespayelikler iyice kızdırıyor ötekileri, “Osmanlı’nın hakiki asilleri” de öyle matah değil ama bunlardan daha birikimli oldukları kesin. Bürokrasideki dışlama zaten malum, tatilcilerden biri eski büyükelçi, Paris’te birinci müsteşarken Cumhuriyet Bayramı’na davet etmediklerini söylüyor onları, işçisi esnafı davet edilirmiş de bunlar edilmezmiş. Diyorum ve hapis yatıp çıkmış, sosyalizmi kalbinde yaşatan Ahmet Abi’nin yaşam tarifinin bir bölümünü pek beğendiğimden alıntılıyorum: “‘Boşuna demedik: Bu ülkeden bir şey olmaz. N’apacaksın? Çamurun içinde kendine vaha yaratacaksın. Yapabildiğin kadar… Onu yaratabilecek donanımın, sinirin, fiziksel kuvvetin varsa. Fiziksel kuvvet mühim, küçümsenmemeli. Yükün de olmayacak… Çoluk çocuk, nikâh, hatta boşanma, bunlar büker adamı, dilencileştirir. Yalnızlık korkusundan arınarak yaratacağın vahada yaşayıp bu güruhun günahlarını üzerine sıçratmayacaksın… Biz istediğimiz kadar kadın yüreği kırıp dökelim, bunların yanında meleğiz, melek, bak bu aklında olsun.’” (s. 170) Aytekin amca var bir yerde, seks filmlerinde kendi üslubunca oynamış, tiyatrocu, Aytekin Akbaş mı diye düşündüm. Yeşilçam anıları matrak, yakın tarihimizi aydınlatacak derecede. Kanetti’nin metinleri böyle hiç beklenmedik yerlerde sunduklarıyla bile kıymetli, dikkatli okumalı çünkü oldukça iyi gizlemiş Kanetti, biraz bilgisi olanlar bir şeyleri sezip çıkarabilir. TKP’nin 1922’de Ankara İkinci Kongresi’nde komünistlere ateş hatlarında savaşsınlar diye çağrıda bulunması üzerinden dönen politik tartışma da ilgi çekici, denize döktükleri insanların kendi halinde Rumlar, işçi sınıfından kardeşler olmasını nasıl değerlendirmeli, ilerleyen bölümlerde var. Metnin ansızın sonlanmasına ne demeli bilmem, sanki serinin üçüncü metni de gelecek gibi bir intiba uyandırıyor. Gelmiştir belki de, bakmalı. Huysuz’un anlattıklarını dinlemek lazım, hoş.
Cevap yaz