Geçiş dönemi, “E. Emine”den “Vivet Kanetti”ye kesin intikal. Ece Ayhan’ın işi, Emine Sevgi Özdamar’ın dediğine göre “Emine” adını Vivet Kanetti’ye de vermiş, birkaç tane daha çıkar belki, sonuçta Vivet Kanetti olarak Vivet Kanetti, iyi. Kıraathane’deki söyleşisinde bu isim olayına değiniyor diye hatırlıyorum, bakmaya üşendim şimdi. Bu kitabı Aktüel ve Yeni Yüzyıl‘da yayımlanmış yazılarından seçmece, 1990’ların ortalarından memleketin ve dünyanın hali. Acayip keyifli, Kanetti’nin üslupçuluğu, mizahı, bilgi birikimi on numara beş yıldız, yazdığına şükür. Üç bölümde toplanan yazıların Türkiye’si bol kısmında neler oluyor, başta öykücük var: Kızın biri balığını muhtemelen pet shop’a -“köpeklere antibiyotikler, kuşlara öksürük şurupları satan yeni tip bir dükkân” pet shop herhalde, o zamanların eski tip dükkânını bilmediğim gibi hiçbir hayvanı hayvanla ilgili bir dükkâna götürmediğimden bilmiyorum mevzuyu, gerçi bir kediyi veterinere götürmüştüm ama veterinerdi o, eskisi yenisi, amaan- getirmiş, Kanetti’nin elindeki poşette çinakoplar var, lüpletecek ama kızın balığı hasta, nasıl lüpletecek, kızın anası babası nerede, o kız öylesi acı çekmeyi nereden öğrenmiş, meseleler bunlar. Başka yazı, Kanetti hayalî veya gerçek gurusundan bahsediyor arada, bu guru ortaya mühim laflar atıp kafaları karıştırıyor, mesela zenginlerin ne zaman vakit bulup da para kazandıklarını sormuş çünkü biliyor, yabancı kodamanlar yılda bir iki kez görünürler gazetelerde, Japonlarla ortaklık kurmaktan basında yer alamazlar, bizimkilerse kameranın olduğu her yere giderler, rollerini kaptıkları solistleri ifrit ederler. Serveti korumak için çok çalışmak lazım Kanetti’ye göre, öyle geze toza tutulacak şey değil, sabah beşte kalkıp eşşek gibi çalışan birine kimse şanslı diyemez? “Veletler, okul çağında rahibe ve papaz okullarına, yatılı. Gramerden de evvel sabahları buzlu suyla duş yapmaya alışacaklar ve harçlıklarını hak etmek için her tatilde bahçıvana çıraklık edecekler. Büyük servetler nesilden nesile ancak böyle korkunç disiplinle korunuyor.” (s. 12) Yani bu püritenliğe de lüzum kalmadı artık, Jenny Huberman’ın Kapitalizmin Dijital Ruhu‘nda bahsettiği kapitalist türlerinden 19. yüzyılın sonunda palazlanan “girişimci, sanayi lideri, fatih imgeli kodaman” yollardı çocuğunu, yazı 1992’de yayımlandığına göre en az otuz yıldır işler değişik. İnsanlar iki tıkla sömürebiliyorlar emeği, teknoloji çok ilerledi, serveti koruyup kollamak için öyle uzun uzun yatılı okullar kamplar falan kalmadı. Başka yazı, gençlik fena. Vahşi kapitalizm döneminde vahşi çocuklar, “Yaşlandınız, bok yiyin!” diye konuşmuşlar, Kanetti kızmış. Tartışmaya açılmayacak kadar klişe mevzu, gençler boklar. Şahsi geleceklerini süper, memleketin geleceğini felaket olarak görüyorlarmış, oysa refah ülkelerinde tam tersiymiş. Su götürür. “Ekonominin hakkı” bizim fedakâr, durmadan veren, verdiğini geri almak için çocuklarının geleceğine ipotek koyan annelerle ilgili. “Azamî suçluluk ve vicdan azapları yükleyen ezici bir ebeveyn literatürünü çoğumuz belki bütün literatürlerden önce öğreniyoruz: Süpürge haline gelen saçlar, çocuklar uğruna feda edilen küçük büyük mutluluklar ve hayaller ve meslekler ve aşklar ve sağlıklar, feda edilen bütün bir ömür…” (s. 16) Anasının ciğerini sevgilisine götüren çocuğun hikâyesini çok matrak anlatıyor Kanetti, hani çocuğun sevgilisi öyle aşk kuşk dinlemiyor da çocuktan anasının ciğerini getirmesini istiyor, o kadar seviyorsa getirecek, hadi bakalım. Çocuk gidiyor, ciğeri alıyor, yolda şlaps diye yapışınca yere, “Aman evladım, bir yerin incinmedi ya,” diyor anası. Ders kitabında varmış bu hikâye, sınıfta herkes salya sümük, gelecekteki sevgililerine kinli. Analar da kinli, gelinler kinli, çocuklar iki kadının arasında ezilmiş zaten, patolojilerden patoloji beğenen necip milletimiz. Tansu Çiller’in sadece başbakanlık etmesini diliyor Kanetti, Demirel’in Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını idama götüren yolun en büyük taşını oturttuğunu hatırlatıyor. Babanın hem dövüp hem sevmesine bir şey demek lazım zannediyorum, ben babasız büyüdüğüm için oradan yırttım ama yirmilerin ortasına kadar anne teröründen kurtulamadım, o beni kurtaracak şeyi söyleyene kadar çok zaman geçmişti. Annemizi ve babamızı terk etmek değil de, eh, kişisel bağımsızlığımızı kurmak için zorlamak. Başka yazı, Batı karşısında kültürel eziklik. Bernard Lewis buralara gelince pop star muamelesine maruz kalmış, Cohn Bendit keza, iki üç gün kalan entelektüellerden memleketimizin insanını, tarihini çözümlemelerini istemek, onların dediklerine uymak önemli, bizimkilerin söylediğine kulak asmayın. “Türkiye büyük ihtimal, kendi memleketinde bulamayacağı ego tatminini yaşamak isteyen aydınlar için hakiki bir cennet olarak kalacak daha bir süre ve buna turizm patlaması çerçevesinde bile yaklaşılabilir. Gerçi bu tip turistten ilk başlarda döviz beklememeli, çünkü ekmek elden su gölden, her gece bir davet…” (s. 25) Afrika’ya, Latin Amerika’ya kültür, know-how götürenlerin yeni durağı Türkiye hatta Ortadoğu, Rene Block geldiği zaman ilk konferansında sanatın her tür köktenciliğin panzehiri olduğunu söylemiş de 1930’ların Berlin’ine bakınca pek öyle görünmüyormuş, kısacası gidilen yerle kolonyal devirleri hatırlatan misyonerce bir ilişki kurmak yerine her iki tarafı da zenginleştiren bir aktarım lazım. Almanların patlattığı bomba da hoş, eğitimimizin süper gittiğini söyleyen düşünürlerini kalaylıyor Kanetti. Gerçi bizimkiler de Diyarbakır’daki etkinliklerde TSM’nin en müstesna örneklerini çalıp kültür götürmüşler oralara, hani devletin meşru gördüğü sanat öyle gibisinden, yoksa Diyarbakırlılar nereden bilecek müziği, sanatı ve Türk’ü. Bu kanattan son bir yazı, Arnavutköy civarında mı, bir yere gitmiş Kanetti, sokak ortasında açık etlerin satıldığı bir yerleşim yeri. Sokak da lafın gelişidir, yoldur o. Aşağı yukarı yirmi yıl önce Orhanlı’ya gittiğim zaman benzer şeyler görmüştüm, saçım uzun olduğu için dayak yeme riski doğunca anketi manketi boş verip ilk otobüsle dönmüştüm. Memlekette öyle yerler var, insanlar öyle yerlerde yaşıyorlar ki şaşırmamak lazım. Tabii ilk karşılaşmada hayretlere gark olmamak elde değil, donla dolanan çocukların çıplak ayakla çamurlarda oynadığını görmek şok edici.
Kültür sanat yazılarının olduğu bölüm tadından yenmiyor. Film festivali var diyelim, gitmeli ama nasıl filmler: “Kültürün bu kadar gayretsiz erişilirleşmesi de sefalet, esrar diye bir şey bırakmıyor. Çünkü Onat Kutlar ve arkadaşları sinemateği kurunca, millet yıllarca Fin filmlerini Fince ve bütün Bergman’ları baştan sona İsveççe izlemişlerdi, tercümesiz, huşu içinde. Kahramanlık ben buna derim. Zaten bir sanatın da asıl tarafı han kapısı gibi tamamen açılmamasıdır değil mi ama?” (s. 118) Gerçi bunun bir mantığı olabilir, anarşik filmler gösterilmesin diye kolluk kuvvetimizden yağız bir genç mutlaka görevlendiriliyormuş sinemada, çekiçli oraklı bir görüntü yoksa film yasaklanmaktan kurtuluyor böylece, kimsenin hiçbir şey bilmediği bir yerde kimse hiçbir şeyi şikayet edemez. Başka yazı, Yağmur Atsız babalanmış, Musevi Türk entelektüellerinin Cervantes’i, Heine’yi anmamasına bozulmuş? “Cem Behar’a sormalı, alaturkacı bir Yahudi bestekâr ruh olarak Heinrich Heine’ye mi daha yakındır, Yahya Kemal’e mi? Hatta şark Yahudisinin duaları, makam olarak alaturkayla ve Bizans musikisiyle mi daha akrabadır, bir orta Avrupalı Yahudinin dualarındaki ritmle mi?” (s. 123) Yahudiler Yahudilere, Türkler Türklere, kimse kimsenin alanına girmesin. Proust çevirileri hakkında çok önemli birkaç izahat, Mustafa Irgat’a dair iki yazı ve diğer konular, her biri arşivlenmeye değer. Tekrarla bitiriyorum, Kanetti ne yazdıysa okurum. Yazdıklarına katılırım veya katılmam, genellikle katılırım.
Cevap yaz