Jean-Louis Fournier – Dul Ölümsüz Eş Arıyor

Sylvie özgecildir, anlayışlıdır, erinmez, Jean-Louis’nin bütün kıskançlıklarına katlanmış, huysuzluklarını yumuşatmış, sonra da eşinin tedaviyi sürdürmeme isteğine bağlı olarak -bedensel ve zihinsel yetilerinin kaybını asla kabullenmeyeceğini ileri sürer Jean-Louis, bu iddiasında eşini o şekilde görmek istememesinin biraz olsun etkisi var mı diye düşündüm, muhtemelen var, heykelin kusursuzluğunu korumak için- hayata veda etmiş. “Çok yetenekli ama ölümsüz değil”, anlatıcı on yıldan beri yalnız, yaşlanmaya devam ediyor, az sayfalı kitaplarının arasına saçları düşmüyor çünkü saçı da yok, artık hiçbir şeyi yok çünkü Sylvie yok. Yeniden evlenmeyi düşünmüş, bir kez daha dul kalmak istemediği için olmamış, herkes ölümlü. Eşlik edecek birileri lazım yine de, hani Sylvie en iyisi, o konuda şüphe yok ama yalnız başına olacak gibi değil. Anlatıcı birlikte koştukları parklara gitmemiş bir daha, birlikte yaşadıkları evi elden çıkarmış, geçmişi mühürleyerek rafa koyduğunu düşününce Sylvie’nin yerini doldurmaya çalışmıyor, yalnızlıktan korkuyor sadece. Hayalî mektuplarının arasına koyduğu epizotlarda anlatıyor, Sylvie kız kardeşini yanına almış çünkü ahlaki konularda takıntılı olan babası aforoz etmiş kızı, yardıma muhtaçların yanında olmuş, anlatıcının sinirini bozan gazetecinin suratına tükürmüş ki anlatıcı da şaşırıyor buna, o kadar iyi yetişmiş birinden beklenmeyecek hareket. Çekici değil Sylvie, mükemmel, mükemmel insanlar çekici olmazlar, yaşamla sınandıklarında ortaya çıkanlar çekicidir. Zarafeti öğreten, fikirleriyle her zaman yol gösteren biri olduğu için tekrar merhum eşinin fikirlerine başvuruyor anlatıcı, anlatının geri kalanında gazeteye verdiği ilana gelen cevaplardan, Sylvie’nin yorumlarından ve anlatıcının eşiyle ilgili anılarından rengârenk bir yumak büyüyor. Fournier’nin mevzuyu ilk çağdan alması üslup, on yaşından beri âşık olduğu kadınlardan bir kısmını anlatırken -her an âşık olabildiğini söylüyor bir yerde, güzel kadınların tamamına âşık, er geç bir yerde karşılaşıp âşık olacağı kadınların oralarda bir yerde dolandıklarını biliyor, âşık olması için bir çift güzel bacak yeterli, yaşlılık zamanlarında Sylvie’nin bacaklarına gereken ihtimamı göstermemekten mutsuz olduğunu ekleyerek haksızlık etmiyor nihayetinde- hangi ortama girerse girsin bütün kadınlara baktığını söylüyor. İki olay: on dört yaşında âşık olduğu kıza bakmak için döndüğünde kızın da kendisine döndüğünü görüyor, en güzel aşk hikâyesi, bir de ilk eşini işe yetiştirmeye çalışırken gördüğü muhteşem kızın peşinden sokaklarda dolanıp kadının geç kalmasına yol açıyor. O akışta her şeyin doğal, anlatıcı nasılsa öyle olduğunu biliyorum, diğer yandan sinirleniyorum çünkü aşkın başka bir şeye yer bırakmamasını diliyorum sanırım, haliyle Sylvie’nin haksızlığa uğradığına kani olacağım ama olamıyorum. İnsan her şeyi kendine katar, Sylvie için hak da anlatıcının varlığında, mutluluk ve mutsuzluk, hatta yaşam da. Tabii onun bakış açısından bakmıyoruz, belki bambaşka bir hikâye anlatırdı. Anlatıcının güvenilirliği zedeli, açıklığın gizlemek istediklerine dair kuvvetli bir sezgim var. Neyse, biri yönetmen, diğeri senarist miydi, işte tanışıyorlar. “Oyuncu seçimi konusunda yetenekliydin. Hatırlıyorum da bir seçme sırasında sinemaya daha yeni adım atan ve henüz kimsenin tanımadığı Juliette Binoche’u görmüştün. Onu olağanüstü bulduğunu anlatmıştın bana, başarılı olacak demiştin.” (s. 32) Beraber çizgi film de yapıyorlar, kuşu Sylvie seslendiriyor, rahatlıkla, çünkü komik bir kuş olan kocasıyla tartışmaktan idmanlı. Eşinin ayrılmasından hiç korkmamış anlatıcı, korktuysa da anlaşılmıyor, daha çok yalnız kalmaktan korkarak yaşamış sanki. Her şeyin sonunun geleceğinden emin, annesinin, babasının, kedisinin ölümünden acı çekmiş, patolojisi bariz, o hoyratlığını coşkulu karakterine bağlasak bağlarız. Ölümle hastalıklı ilişkisine de. “İnsanların, evlerin, arabaların, zevklerin, hislerin ve çorapların, her şeyin sonsuza dek dayandığı sonsuz bir dünya hayal etmiştim…” (s. 49) Evin bir köşesinde unutulmuş eşya gibi eskimemek için uyuyor Sylvie’ye, toplu konutlardaki yalnızlık kalesinden kurtuluyor, sonra Paris’te bir daire satın alıyorlar. Aslında gökyüzünü satın alıyorlar, camlar hep yukarıyı gösteriyor orada. Fournier evlere girip çıkıyor birkaç bölümde, kır evinden sonra şato bulmak istiyorlar, şehre dönüyorlar, son evlerinde yıllar boyu mutluluk. Mekan değil sadece, nesneler de anlam yükünce hikâyenin bir parçası, örneğin bir samanlığın dibinde üstü açılır bir araba kuşlara yuva olmuş, yıllardır öyle duruyor, anlatıcı çok düşük bir fiyata satın aldığı arabayı yeniliyor ve Sylvie’yle birlikte geziyorlar. Hangi kitabın kapağındaydı o, arabanın ön koltuğunda oturan kadın arkasına dönüp objektife bakıyordu, acaba o araba mı bu? Anlatıcının gezmeye gönlünün olmadığını da ekleyeyim, Sylvie bir yerlere zorla götürmese gideceği yok, kendi dünyasına gömülüp kitapları ve filmleriyle yaşamaya devam edebilir. Sylvie gezer, döndüğü zaman tartışmayı göze almalıdır çünkü anlatıcı kıskancın tekidir, mutlaka bir arıza çıkarır. Sylvie’nin iş arkadaşı telefon ettiğinde çıldırıyor mesela, kavganın büyüklüğünü anlatıcının o kısmı şaralop diye geçmesinden anlarsak aşırı yorum belki, belki değil, tek bildiğimiz Sylvie’nin etrafındaki erkekler ne kadar yakışıklıysa anlatıcı o ölçüde parlıyor. Bu yaka fırtınalı, diğer tarafta çekeceği filmlerden birinde eşine rol vermek isteyen Sylvie var, anlatıcının oyunculuğunu beğenmesinin ötesinde birlikte ölümsüz olmanın özlemi var. Çocukluğundan beri oyuncu olmak isteyen anlatıcı için daha büyük bir mutluluk olamazdı, filmi çekememişler ama rolünden memnun olduğunu söylüyor anlatıcı, Sylvie’nin eşi olması yeterli. Kadına doğum günü partisi düzenlememiş hiç, o günü hatırlamadığını söylüyor, Sylvie’yse anlatıcının doğum günlerinde milleti toplamış, bir anda arkadaşlarıyla karşılaşan adam çok sevinirmiş. Ne odunsun birader sen. Diyemiyorum, sen kimsen osun. Biraz daha çıkayım zıvanadan, arkadaşım olsan odunluğunu yüzüne vurur, zorla toplaşma düzenlettirirdim sana Sylvie için. Dangalak.

Mektup yollayan kadınlara bakalım, tarihe geçmiş kadınlar çoğunlukta, anlatıcı ölümsüz bir kadın aradığını söylediği için anlamlı. Azizelerin şansı daha fazla mesela, zaten ölümsüzler ama Tanrı’yla evlilerse yapacak bir şey yok. Maria Callas yazmış, birlikte şarkı söylerler anlatıcının sesi güzelse. George Sand yazmış, anlatıcı bir Chopin değil ama kulaktan bir şeyler çalmış zamanında, şansı var. Sylvie caz dinliyor daha çok, anlatıcı klasik müzik hayranı, zamanla caz sevmesindeki kilit nokta ne zaman sevmeye başladığı olabilir. Art Tatum, Thelonious Monk bir süre kapıda beklemişler, anlatıcı lütfetmiş de yıllar sonra içeri almış onları, neden olmasın. Nefertiti yazmış, piramitte misafir etmek istiyor, anlatıcının gökyüzünü görmeden yaşayamayacağı malum, çiz. Emma Bovary küçük bir yerde yaşamasına rağmen hayallerinin büyük olduğunu yazmış, Sylvie hemen uyarıyor, pek çok adamın mahvına yol açan bu kadın tehlikeli. Kıskandığından değil, anlatıcının iyiliğini düşündüğünden öyle söylüyor kadın. İyi, çiz. Colette yazmış, evlilik istemiyor, akar gönüllü, çiz. Yourcenar bir süredir, Fransız Akademisi’ne alındığı 1981’den beri ölümsüz olduğunu söylüyor, bir maşrapa birayla patates kızartmasını paylaşabilirmiş. Sylvie bu büyük yazarın kitaplarını tekrar okumasını istiyor adamdan, fırsat. Çizme, dursun. Helena’yı mutlaka çiz çünkü onun için savaşlar çıktı, savaşların tiyatro oyunlarında dahi savaşların çıktığı olmuş, hemen uzaklaş anlatıcı, Sylvie’nin dediklerini yap çünkü sana en uzun süre katlanabilen, anlaşıldığı kadarıyla sana deli gibi âşık olan eşin seni derleyip toparlamış, yolunu kaybetmemen için elinden geleni yapmaya devam ediyor. Devam etmesini istiyorsun, bunları kurgulaman bu yüzden.

Fournier metni, tipik.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!